Açılış Sayfam Yap   Sık Kullanılanlara Ekle   

   Anasayfa          Künye          Yazar Girişi         Sitene Ekle         Arşiv
 
TORLAKONDAN - Yahudi casusu Suzi LİBERMANın ibretlik itirafları - TÜRK FİLOZOF TORLAKON
   
 Yahudi casusu Suzi LİBERMANın ibretlik itirafları

Yahudi casusu Suzi LİBERMANın ibretlik itirafları
 Yazı Boyutu

 Tarih : 05.01.2009 - 16:37:25


Savaşın En kızgın anında gösterilen büyük başarılara rağmen kazanılamayan zaferin perde arkası. Çanakkalede destanlar yazan ordunun Filistinde uğradığı büyük ihanet. Ve o ihanet ağının örülüşü.. Hepsini bu yazıda okuyacak ve hep beraber şahit olaca

 

Casus Suzy Liberman

Savaşın En kızgın anında gösterilen büyük başarılara rağmen kazanılamıyan zaferin perde arkası..

Çanakkalede destanlar yazan ordunun filistin'de uğradığı büyük ihanet.. Ve o ihanet ağını örülüşü..

Hepsini bu kitapta okuyacak ve hep beraber şahit olacağız. İki kısımdan oluşan kitabın ilk kısmı bir Türk askerinin yaşadıkları. İkinci kısmında ise bir casusun günlüğü ve yaşamı yer almaktadır.

Bu eser, Genel Kurmay Başkanlığının tetkiki ile ordu subaylarının okumasının faydalı olacağı tesbit edilerek, 26 Mayıs 1935 tarih, 43782 sayılı tamim ile 40 000 nüshası alınarak Ordu'ya dağıtılmıştır.

Israil'in fedakâr kizlari!

22 Şubat 1912

Şu, hayaliyle gençliğimizi doldurduğumuz, ruhlarımızla yaşattığımız Karmel Bağları, ta uzaklardan bize kucak açmış, bizi bağrına basacak gibi olanca azamet ve heybetiyle karşı­mıza dikildi. Bir çok hikâyelerini ve efsanelerini dinlediğimiz Karmel... Yeruşalemî, Akdeniz'in mavi sularından kıskanı­yor ve goyimlerin nazarlarından saklıyor gibi deryalara per­de çekmiş yüce dağlar!.. Gemi süratie Hayfa limanına yakla­şıyor. Saat tam on iki... Hayfa limanındayız.

Gemi uzakta demir attı. Bize daha evvel Hayfa'ya çıkaca­ğımızı söylemişlerdi. Gemi içinde bir hareket yok. Karantina memuru geldi, gitti. Vapurda hafif dedikodular başladı. Türkler bizi karaya çıkarmayacaklar. Yaşlılar ve aklı erenler diyor ki:

"— Ne münasebet; şimdi artık yahudi düşmanı Sultan Abdülhamid idare başında değil... Uniyyon'e Progre (İttihat ve Terakki demek) partisi iş başında. Onlar bize söz vermiş­ler. Böyle kara düşüncelere kapılmağa lüzum yok."

Saat üçte, Vapura Hayfa hahamı riyasetinde bir heyet gel­di, bizi selâmladılar ve hepimize hediyeler getirdiler. Bol yi­yecek de verdiler. Hayfa hahamı, gizlemeğe muktedir olma­dığı bir heyecanla ve yüksek bir sesle şunları söyledi:

Arz-ı Mev'ud'a hoş geldiniz! Atalar diyarındasınız. Birgün buraları yine Davidin ve Salamonun göz kamaştırıcı ihtişamına kavuşacaktır. Sizler bu büyük idealimizin müj­decileri ve öncülerisiniz. Yahova yardımcınız olsun!"

Sevinçten ağlayanlar, bayılanlar, vecd ve heyecan içinde kendinden geçenler!.. Ve derin bir ölüm sükûtu!.. Akşam na­sıl oldu bilmiyoruz. Sahiller dindaş ve ırkdaşlarımızla dolu!.. Akşam sekizde gemi demir aldı, ağır ağır cenuba doğru sü­zülmeğe başladı. Kıyılardan çılgın sesler geliyor. Bir müddet sonra yine karanlıklara gömüldük. Herkes güvertede. Gece geç vakitlere kadar vapurun muttarid sesi ve denizin hafif dalgalı hışırtıları.

Şafak sökerken Yafa uzaktan, sislere bürünmüş, duvağını açmak istemeyen nazlı bir gelin gibi yarı süzgün didarını göstermeğe başladı. Tam saat ikide liman önündeyiz. Yafa oldukça büyük bir şehir!.. Kayıkçıları insanı hayrete düşüre­cek kadar mesleklerinde maharet sahibi. Evvelâ ihtiyarlar ve çocuklar kayıklara bindirildi ve sonra biz karaya çıktık. Yafa hahamı, yahudî cemaati ve Türk hükümetinin bir mümessili, bizi karşılıyorlar. Yafa sanki bir mahşer yerine dönmüştü. Programlardan, goyimlerden uzakta İsraii'n topraklarında, Arz-ı Mev'ud'dayız. Yerlere kapanıp toprağı öpenler, birbir­lerinin boyunlarına sarılıp öpüşenler, ağlaşanlar, sevinçten çılgına dönmüş insanlar.

Acaba biz, hakikaten büyük İsrail Devleti'nin öncülerimiyiz? Bunu düşünmek bile insanın aklını başından almağa kâfi!.. Kendimizi kaybetmiş, âdeta uyur gezer insanlar gibi­yiz. Kaba ve mutaassıb kendini beğenmiş Polonyalılarda, kaatil Ruslar'dan şimdi artık uzaklardayız. Kendi topraklarımızdayız. David'in yaşadığı, Salamon'un saltanat sürdüğü diyardayız. Demek ki; rüyalarımız hakikat oluyor. Hepimiz karaya çıktığımız vakit, bizi Rocildler'imizin vekili Vavzman karşıladı. Cümlemize:

"— Hoş geldiniz!.." dedi ve Almanca olarak şunları ilâve etti:

"— Artık kendi evinizdesiniz. Irkımıza mahsus bir çalış­kanlıkla buraları imar edip cennete çevireceksiniz. Size her türlü yardım yapılacaktır. Buraları ecdadımıza lâyık bir üm­ran ve medeniyete kavuşacaktır!"

* * *

Sıra sıra dizilmiş arabalar. Bizden evvel yerleşmiş yahudi köylülülerinin tekmil vasıtaları şehrin kenarında bizleri bek­liyordu. Daha evvelden hazırlanmış bir listeye göre arabala­ra yerleştirildik. Bir ilkçağ kervanı gibi yola düzüldük. Led'den geçerek geceyi yirmi kilometre kadar Yafa'dan uzakta. Ramla Kasabası'nda geçirdik. Burada o gece için ki­ralanmış odalar ve çadırlarda sabahı ettik. Gece güzel ye­mekler ve erken saatlerde yollara çıktık. Bize tahsis edilen Hudeyra Mevkiine gidiyoruz.[4] Burası gayet tatlı manzarası olan yeşilliklerle çevrilir bir yer...

Bu araziyi Roçild Araplar'dan satın almış. Bir ilkçağ ker­vanı gibi, neş ve saadet içinde köye geldiğimiz vakit, bir za­manlar bu mukaddes topraklardan Bâbil'e sürülmüş masum İsrail oğulları sanki bir ba'sü badelmevt'e mazhar olarak ka­file halinde geri dönmüş gibi idik.

Roçild'in vekili Kudüs baş hahamı ve etraftan gelmiş bir çok ırkdaşlarımızın hazır bulunduğu bir törenle köyümüzün temellerini attık, dualar ettik, sevinç göz yaşları döktük. Bu göz yaşları, sanki Yeruşalem'deki ağlama duvarlarında asır­larca gözlerden boşanan matem nehirlerinin makûs ve mes'ud bir tecellisi idi. Çoluk, çocuk, genç, ihtiyar hepimiz göz yaşları döküyor ve saadetten çılgına dönmüş bulunuyor­duk. Roçild'in vekili Almanca olarak bize şu nutku çekti:

"İsrail oğullarının kahraman öncüleri!.. Aziz dindaşla­rım ve ırkdaşlarım!.."

Asırlar boyu, Yahudi olmayan milletlerin zulüm ve iş­kenceleri altında ezilmiş ve çok ıstırab çekmiş olan milleti­miz, gayesine ağır fakat kat'î adımlarla ilerliyor ve yaklaşı­yor. Uğrunda üç bin seneden beri inatla savaştığımız mu­kaddes gayeye varmak üzere olduğumuza inanınız. Sizler, buraya Salamon ve David saltanatının yeniden ihyası için geldiniz. Dünya'nın dört bucağında bulunan ırkdaşlarımız da yakında hep burada toplanacak, hayallerimiz hakikat olacak ve David'in şanlı bayrağı, bu bize adanmış toprak­larda tekrar dalgalanacaktır.

Sîze kat'îyet ve emniyetle temin ederim kî ırkımız ve milletimiz en geç bîr çeyrek asır içinde bu toprakların, bu ülkenin, hatta hatta Nil'den Fırat'a kadar uzanan büyük İs­rail Devletinin şanlı, şerefli sahibi olacaktır.

Irkımız; Allah'ın mümtaz millet olarak yarattığı kavmi­mizi, hâiz olduğu üstün zekâ ve kıymetli vasıflar sayesin­de gayesine çabuk ulaşacaktır.

Siz, burada, bu köyde büyük ve müstakbel İsrail Devleti'nin temellerini atıyorsunuz. Bu temellerin çok kuvvetli olması ve bu temeller üzerinde güçlü ve azametli İsrail Devleti'nin, çabuk kurulması için elinizden gelen gayreti esirgemeyeceğinize eminim. Sizler burada birleşip kök tutuncaya kadar, bizler ve yeryüzündeki ittihadımız ve teşkilâtımız elinden gelen her türlü yardımı yapacaktır.

Gece, gündüz çalışınız, ekiniz, biçiniz, iktisat ediniz, zengin olunuz, vazifesinizi yapınız. Gün yaklaşıyor, ufuk­lar ışıldıyor ortalık aydınlanıyor. Yarın kopacak büyük bir fırtına[5] goyimleri yere serecek, bitap düşürecek ve o zaman hiç kimse, hiç bir kuvvet bizi yolumuzdan alıkoyamayacaktır. Buna inanınız, azminize güveniniz ve bu hedefe sağlam ve cesur adımlarla ilerleyiniz. Muhakkak muzaffer olacaksınız, mutlaka muzaffer olacağız!"

Göz yaşları ve ihtiyarların feryatları arasında dinlediği­miz bu hitabe bize, sanki Salamon'un muhteşem mabedinde akisler yaratıyor, hissini vermekte idi. Varşova ve Karakovi'den, bu mukaddes topraklara gelmek ve burada asırlarca milletimizin gönlünde yaşattığı bir mefkureyi gerçekleştir­mek ve Dünya tarihinde bu muhteşem davanın öncüleri ol­mak ne büyük şerefti bize!.

Artık Viladimir'in mağrur aşkı, goyim asilzadelerinin al­çak tahakkümü yerine, İsrail'in hükmü yürüyecek, İsrail'in sesi duyulacak! Bütün mîlletler yere serilecek, onların dört ele sarıldıkları ahlâk kanunları paçavralaşacak, kitapları yır­tılıp çöp sepetine atılacak. Bize "Pis Yahudi" diyenleri, biz öyle kirleteceğiz ki; öyle pisleteceğiz ki, onlar kendilerinden tiksinecek, kendilerinden iğrenecekler... Polonyalı mağrur asilzadeleri, Rus zadeganı uşak gibi, köpekler gibi, esir gibi karşımızda el pençe görmek ne büyük zevk, ne tatlı bîr ha­yal...

Pogromlar diyarı Rusya yıkılacak, onun imparatorundan, prenslerine, beyzadelerine kadar bütün asillerin dilendiğini göreceğiz. Evet bizi bu mefkure ile yetiştirdiler ve bu gaye için buralara getirdiler. Getirdiklerine pişman olmayacaklar, onların, büyüklerimizin yüzlerini kara etmeyeceğiz.

Bütün Mart ayı gece gündüz faaliyette geçti. Çadırlardan yeni evlerimize taşınıyoruz. Hemşehrimiz olan mimar Sar, Câuna'dan ve Yeruşâlemden gelen mühendisler ve kadınlı erkekli, geceli gündüzlü çalışmamız sayesinde şimdi şirin, zarif, lâtif bir köy ve mes'ud bir yuvanın sahibiyiz. Varşova ve rutubetli evleri yerine şimdi aydınlık, güneşli ve müstakil bir evimiz var. Polonya'da, mağrur goyimlere on paralık mal sarmak için loş ve tozlu dükkânlar yerine şimdi kır çeçekleriyle bezenmiş, kuş sesleriyle tatlılaşmış, hür ve serazâd bağ­larımız, bahçelerimiz, tarlalarımız var.

Bağ yetiştirmek İçin asma fidanları ve ziraat memurları göndermişler. Ayrıca bize badem ağacı fidanları da verdiler. Roçild'in Bankası, gelecek senelerin üzüm ve badem mahsul­lerine mahsuben bize faizsiz para ve avans verdi. Elimiz pa­ra, gözümüz saadet gördü, şevkimiz, gayretimiz cesaretimiz arttı. Mazi ne çabuk unutuluyor. Şimdi artık biz; dünün ka­ranlık ve acı günlerini değil, yarının vaadler dolu, saadet do­lu günlerini düşünüyoruz. Kalbimiz, ruhumuz, benliğimiz bu heyecanın ateşiyle sarılı. Kimbilİr, belki birgün, belki pek yakında burada barbar Türk'ün bayrağı inecek, yerine bizim; David'in bayrağı dalgalanacak. Asırlarca bu mukaddes yer­lerde, Arz-ı Mev'ud'da haksız yere hüküm süren vahşi Türk saltanatı yıkılacak ve kızıl sultanların evlâtları buralardan kovulacaktır!

Yerusâlem Mâbedi'nin göz yaşlarımızdan silinmiş duvar­ları, Dünya milletlerinin tek kıblesi olacak, büyük Salamon mâ'bedine temel olacak.

Şimdi herbirimizin ruhunda bu hayal yaşıyor. Hepimizin kalbi ve gönlü ümit ve emniyetle dolu... biz bugüne ulaşmak için az mı fedakârlık ettik. En geç on sene içinde tarumar ola­cağını göreceğimiz Çar Rusyası'nda az mı ırkdaşlarımız Pog-romların, katliamların pençesinde can verdi. Yığın, yığın Yahudi cesetleri, yarının büyük İsrail Devleti'nin, yerinden kalkmaz, kımıldanmaz birer temel taşı oluyor. Bir zamanlar Türk Sultanı, kızıl padişahın soydaşlarımızı bu topraklara ayak basmaktan meneden fermanlarım biz şimdi paçavra gi­bi yırtıp kâğıt sepetlerine atmadık mı?! O'nun tahtını, tacını başına geçirmedik mi? Bizim kinimiz, bizim imanımız önün­de Yeryüzünde hangi kuvvet karşı durabilir? Şimdi, Polonyada'ki şu tarih hocamızı bir düşünüyorum. O bizi ne kadar hakir, ne kadar âciz, ne kadar zayıf görüyordu. Kimbilir bel­ki bütün bu haller bizi gayemize yaklaştıran, irade bütün bu haller bizi gayemize yaklaştıran, irade ve azmimizi kamçıla­yan birer âmil olmuştur da...

* * *

Şimdi aradan bir sene geçmiş bulunuyor. Başardığımız esere bakarak kendimizi David zamanından beri burada yaşıyoruz zannediyorum. Bu kısa zaman içinde ne büyük iş­ler başardık. Tenbel ve miskin Araplar'ın çöl halinde, yaradıldığı gibi vahşi ve iptidaî bıraktığı bu yerler şimdi İsrail oğullarının azimlerini ve gayretleri sayesnide cennete dön­müş gibi mâmur bir hale geldi. Köyün bütün genç kızları bu yabani dağları bağ haline getirdik. Bağlarımızı çapalamaktan, zamanında filiz almaktan; ne büyük zevk duyuyoruz. Badem bahçelerimiz gelişiyor. Geçen gün koy kahvesinde Viyanalı bir ziraat mühendisi bağları ve badem bahçelerini gezerek İslahı için lâzım gelen bilgileri öğretti bize...

Babam Varşova'da ve Karakoy'de alıştığı rahat işe zaman zaman hasret çekiyor. O; budala goyları aldatarak, onların kıymetli eşyalarını yok bahasına satın alıp hakiki değerine satmak ona kolay ve tatlı geliyordu. Şimdi tarlada çalışmak O'na zor geliyor. Fakat, gözümü kapayıp kafamda maziyi canlandırmak istediğim günler, âdeta kâbus altında ezilmiş gibi oluyorum. O karanlık, rutubetli, tozlu, küflü dükkân!..

En devamlı müşterilerimizin bile bize tiksinerek, nefretle ba­kışları, mektepte, en ufak bahanelerle:

“— Pis yahudi!. Çıfıt!., iğneli fıçı kaatilleri... Gibi bitmez tükenmez hakaretler... Bunların neresine ve hangisine hasret çekilir... Bunlar aranılır şeyler mi?..

Bu satırları yazarken babam başımın ucunda dikildi. Onun bana her yaklaşımı ruhumda menfi ihtizazlar meyda­na getiriyor, neden acaba?.. Evet; bu da mazide geçen bir kâbus idi. Şimdi bana, keskin bir ifade ile ihtar ediyor:

“— Bırak şu pis hâtıraları. Onlar çok geride kaldı. Kor­kunç bir rüya idi o günler!.. Uzun ve kasvetli gecelerdi. Sa­bah oldu, Güneş doğdu, ruhlarımız aydınlandı, vücutlarımız ısındı, ufuklar genişledi. Şimdi o karanlıklara değil, ışıklara güneşe ve önümüzde hududsuz acıtan istikbale bak Suzi! Bugün köyün bütün genç kızları Yafa'ya gideceksiniz."

“— Orada ne işimiz var baba?"

"— Orada size yarını ve yarınki vazifelerinizi anlatacak­lar. Annen de beraber gelecek. Ben de iki gün için Jerusalem'e gideceğim."

“— Orada ne yapacaksın baba?"

“— ................................"

Ve odadan çıkıp gitti.

Dilijans köyümüzün genç kızlarını doldurdu. Yafaya doğ­ru gidiyoruz. Ne güzel kırlar, ne güzel manzaralar, ne tatlı arazi. Neşe içinde, şarkılar söyleyerek yol alıyoruz. Zaman akıp gidiyor. Bizim gibi yeni kurulmuş bir Yahudi köyünden geçtik, biraz evvel başka bir dilijans oranın genç kız ve ka­dınlarını alıp Yafa istikametinde ayrılmış. Öyle vaktini epey geçmişti büyük bîr çiftliğe geldik bu; Roçild'in ve Alyans İsraelit Üniversel'in parasiyle kurulmuş cidden asri bir çiftlîkti. Muntazam ve geniş bir binası var. Bizi karşıladılar ve san­ki birbirimizi çok evvelden tanıyormuşuz gibi kucaklaştık, konuştuk ve seviştik. İşte bu, bir yahudi tesânüdüdür: Solidarite Juİf... Bahçede kurulmuş sıra sıra masalarda bize çok lezzetli yemekler ikram edildi. Bunların hepsi çiftlik mahsûlü, Tavuk, sebze ve meyve, hattâ ekmek bile çiftlikte yapılıyormuş. Hepimize bol Rişon le Zion şarabı ikram etti­ler. Biz yemeğe oturduğumuz zaman, bizden evvel gelen Ya­hudi köylüleri Yafa istikametinde yola çıkmışlardı. Yemek­ten sonra biraz istirahat ettik ve yola düzüldük. Ayrılırken bu çiftliğin müdürü Zebulun bizi selâmetlerken şunları söy­ledi:

“— David saltanatının kurulacağı yere gidiyorsunuz. Sizler müjde melekleri gibi orada lâzımgelen dersi alacak ve size gösterilen yolda yürüyeceksiniz. Bu yol bazen di­kenli de olabilir. Onları çiğneyip geçeceksiniz, yolun niha­yetinde, binlerce senedir hasretini çektiğimiz mes'ud bir hayat var, sizi bekliyor, bizleri bekliyor, İsrail oğullarını bekliyor."[6]

Bu ateşin hitabenin tesiriyle hızla ilerliyoruz ve kısa za­manda kendimizi Yafa'da bulduk. Zengin bir ırkdaşımızın evinde toplandık. Orada bulunan insanlar içinde Varşo­va'dan, Karakoy'dan tanıdığım âşinâlar çıktı. Fakat artık bu, bir fevkalâdelik teşkil etmiyor. Biz, hepimiz uzun ve mesud bir seyahate çıkmış, muhteşem bir transtlantik yolcularına benziyoruz. Cümlemiz aynı gemi içinde, cümlemiz aynı yo­lun yokuşuyuz. Akla gelebilecek bir tek şey, geminin bir ka­zaya uğraması ihtimalidir. Hayır, hayır bu olmayacak, asla! Yehova bizim koruyucumuz, bizim rehberimizdir. Odadan muhterem bir ihtiyar içeri girdi. Şimdi hep bir ağızdan ve ayakta hem onu karşılıyor, hem de şunu okuyoruz.

Rabba terennüm edeceğim, çünkü gayetle yükseldi
Atı ve atlısını denize attı.
Rab kuvvetim ve mezmurumdur;
O bana kurtuluş oldu;
O benim Allahımdır, ve ona hamdedeceğim
Babamın Allah'ı, ve onu yükselteceğim.
Rab cenk eridir,
İsmi Yehova'dır.
Firavıın'un cenk arabaları ve ordusunu denize attı.
Ve seçme araba cenkçileri kızıl denizde battılar.
Enginler onları örtüyor;
Taş gibi derinliklere indiler.
Senin sağ elin, Yarab, kudrette celildir.
Senin sağ elin, Yarab, düşmanı ezer.
Ve sana karşı ayaklananları, azametinin çokluğunda yıkarsın;
Gazabını gönderirsin, onlun muz gibi yer.
Ve öfkenin soluğu ile sular yığıldılar,
Akıntılar yığın gibi durdular.
Düşman dedi:
Kovalayıp yetişeceğim, çapulu bölüşeceğim;
Onlardan canım doyacak;
Kılıncımı çekeceğim, elim onları helak edecek.
Yelinle üfürdün, deniz onlun örttü;
Büyük sularda kurşun gibi battılar...
ilâhlar arasında senin gibi kim vardır, Yarab?
Kudsiyette celil, senalarda heybetli,
Harikalar yapan, senin gibi kim vardır?
Sağ elini uzattın,
Yer onları yuttu.
Kurtardığım kavme inayetinle rehber oldun;
Mukaddes meskenine kudretinle onlara yolu gösterdin.
Kavimler işittiler, titrediler;
Filistin'de oturanları ağrı tut.
O zaman Edomun emirleri korktular;
Moabın yiğitleri titreme aldı;
Kenan'da oturanların hepsi titrediler
Onların üzerine korku ve dehşet düştü;
Senin kavmin geçinceye kadar, Yarab.
Edindiğin bu kavm geçinceye kadar,
Senin buzunun büyüklüğü ile taş gibi hareketsiz oldular.
Onları içeri getireceksin, ve mirasın dağında,
Yarab kendi oturmam için yaptığım yerde
Yarab, ellerinin sabit kıldığı
Makdiste onları dikeceksin!..

Hepimiz ayakta, büyük bir vecd ve heyecan içinde, titrek sesler, nemli gözlerle okuduğumuz bu ilâhiden sonra Aşer Levi ismindeki muhterem ihtiyar gür ve manâlı sesiyle bize hitap etti:

"İsrail'in fedakâr kızları!

Ecdadımızın yıllarca sefalet ve ızdırap içinde kıvrandık­ları Sina Çölü'nün eşiğinde Ba's-übâ'del mevt sırrına ulaş­manın arefesinde sizleri, herbirinizi birer kurtarıcı melek gi­bi karşımda görüyorum. Dikkatle bakınız, farkedeceksiniz; koyu ve zifiri karanlıklar dağılıyor. Güneş Sahyun Dağları'nın arkasından bizlere didarını göstermek için hazırlanı­yor. O, gün yakındır. Hürriyet ve İstiklâl günü!.. Alah'ın mümtaz milleti olarak yarattığı ve sonra bizleri imtihan et­mek için asırlar boyu işkenceden işkenceye, sefaletten sefalete sürüklediği kavmimiz çilesini doldurmuş, imtihanını vermiş ve bütün miletlerin efendisi olmak hakkını kazan­mıştır. İktidar ve kudret elimize geçecektir. O zaman bütün bâtıl dinler lağvedilecek, bütün mâbedler yıkılacaktır, yer­yüzünde yaşayan bütün insan sürüleri, tekmil milletlerin mabedi olacak olan İsrail Kâbesi'ne yüzlerini dönerek hür­met ve tazimle yerlere kadar eğileceklerdir. O gün geliyor. Siz o günün, o mukaddes günün habercileri, müjdecilerisi­niz. Kendinizi küçümsemeyini z, varlığınızı asla küçük gör­meyiniz. Göklerin manevî gürültüsüne kulak verin; Yehova sizlere sesleniyor: Yarın buralarda, bu mukadds topraklar­da, bu Arz-ı Mev'ııd'da kıyametler kopacak, Türk ve Arap asırlar boyu bu temiz topraklar kirletmiş olan gasplar, müstevliler hâk ile yeksan olacaklar, onların tahtları, taç­ları sernügûn olacaktır.

Yakında bütün milletlerin birbirlerinin boğazlarına sa­rıldıkları günleri yaşayacak ve göreceksiniz.[7] O zaman herbirinize vazifeler düşecektir.

İsrailin fedakar ve cesur kızları!

O güne hazırlanınız. Gecelerinizi gündüzlere katınız, David saltanatınn temelleri olacak olan bu güzel yerleri imar edip cennete çeviriniz. Yarın ırkdaşlanmz, yeryüzünün her bucağından buralara fevc fevc göç ettikleri zaman hazır ve mamur bir vatan bulsunlar.

Yarın buralarda kopacak fırtınalar Önünüze bir çok fır­satlar serecektir. O fırsatlardan istifade etmeğe, sizlere ve­rilecek vazifelere can ve yürekten cesaret ve fedakârlıkla lâyık olmağa çalışınız. Sizlerden büyük fedakârlıkla lâyık olmağa çalışınız. Sizlerden büyük fedakârlıklar istenecek­tir. Bunları seve seve yapacağınıza eminim. Irkdaşlarınıız yıllar yılı, asırlar boyu bu fedakârlığı isbat ettiler. Muhamnıedin dinini yıkacak, ümmetini mahvedecek ve barbar Türklerle, bedevi Araplar, bu ülkeden kovacağız.

Görüyorsunuz ne büyük bir vazifenin, bir kıyametin arefesindeyiz. O gün geldiği vakit bu sözlerimi hatırlayarak cesaretinizi bileyiniz. Bugün yine, biraz evvel terennüm etti­ğiniz ilâhileri okuya okuya, neş'e ve ümit içinde yuvalarını­za dönünüz. Yehova sizinle beraber olsun!"

Bu defa bizi getiren dilijanslara bir kaç araba daha ilâve ederek hepimiz birlikte yollara düzüldük, bütün arabalardan yek avaz ve yek ahenk aynı ilâhiler duyuluyor, seslerimiz se­malar yükseliyordu.

“Yehova sen bizimle berabersin! Yehova sana güveniyoruz. Yehova goyimlerin efendisi olacağımız günler gelsin ar­tık!"

Yollar kısaldı, sanki uçuyoruz. Vücudlarımız arabalar içinde, ruhlarımız o kadar yükseklerde, hayallerimiz o kadar enginlerde ve uzak ufuklardakî, köyümüze ne kadar zaman­da ve nasıl geldiğimizi fark edemedik bile...

Fakat bu gece o kadar uzadı ki; sabah gelmeyecekgibi zannolunur. Uyku gözlerime girmedi. Yarın bize verilecek vazife ne olacaktır acaba! Bütün gece bu istifhamı, bu düğü­mü çözmeğe çalıştım. Elbetteki bizi Gettolardan bu ser'âzâd yerlere kavuşturanların daha büyük gayeleri vardır. Bu yol­da bize de, bana da bîr vazife düşecek olursa hiç şüphesiz onu tekmil kalbimle, aşk ile, seve seve yapacağım. Yaşasın İsrail İmparatorluğu!

* * *

Günler geçiyor. Köyümüzde faaliyet arttı, herkes arı gibi çalışıyor. Böylece hummalı faaliyetler içinde 1914 senesi Ni­sanım bulduk. Biz Polonya'da iken bu mevsim buz gibi so­ğuk olur. Burada ise ortalık yemyeşil, buğdaylar yükselmiş, asma kütükleri canlanmış... Ortalık sıcak, adam akıllı bir yaz mevsimi yaşıyoruz. Badem bahçelerim o şekilde düzenledik ki; manzarası bile insana zevk ve ümit veriyor. Babam geçen akşam inceden inceye hesap ediyordu; şu kadar ağaç, şu ka­dar badem ve şu kadar altun!..

Bugün köyün bütün delikanlıları ve kızları kırlarda çalış­tık. Babam ayrıca civar köylerden iki de işçi tutmuştu.

"— Buna ne lüzum var baba dedik," biz yetmiyormuyuz, kendi topraklarımızda kendimiz çalışır, zevkini biz sürer, hasılatını biz toplarız. Amele parası vermekte mana ne?"

"— Şu köpek gayri yahudileri, beş on para karşılığı eşek gibi çalıştırmanın zevkini bir bilseniz!.."

Mısır ehramlarında on binlerce ırkdaşlarımızın döktüğü alın teri ve harcadığı emekleri bir düşününüz... Bir fellâhın yok bahasına, Güneş altında ve hükmümüz altında çalışma­sını seyretmekteki zevki bir düşününüz. Gün gelecek, mısır ehramlarında döktüğümüz alın terleri seller olup goyimleri boğacak ve bütün beşeriyet bizim pençikli kölemiz gibi çalı­şacaktır. Yüz milyonların emek ve gayretlerimizden hasıl olacak bütün servetler bizim kasalarımıza akacak ve İsrail oğulları bu esirler sürüsünün sırtından ebedî ve hudutsuz bir refah içnide yaşayacaktır. Goyimlerin bütün kazançları, sa'y ve gayretleri, emek ve alın terleri san san altınlar şeklin­de bizim hazinelerimize akacaktır."

Babam sesini birdenbire yükselterek, yüzüne keskin bir ciddiyet vererek sözünü şu cümle ile bitirdi:

"— Kendinizi o günler için yetiştiriniz ve o günlere ha­zırlanınız!"

Casusluk Teskilatina Giris

1 Mayıs 1914

Güneşli bir sabah. Bahardan ziyade koyu bir yaz sabahı. Sıcak ortalığı kavuruyor. Güneş; aynı bu mevsimde Varşo­va'da ve Karakoy'da geçirdiğimiz puslu ve serin günlerin bizden hıncını çıkarıyor gibi hırçın!.. Fakat öyle bir hırçınlık ki; meyveler ve ekinler üzerinde çok müsbet tesiri olduğu göze çarpıyor. Herşey kemale ermiş bulunuyor. Meyveler, sebzeler, bağlar, bostanlar. Çiçekler ve kuşlar, herşey,herşey. Canlı ve hareketli... Bu yaz gününün öğle vakti köyümüze esrarengiz iki misafir geldi. Biri kadın, ötekisi erkek!.. Köyün bütün halkı bu iki insanın etrafında çevrelendi. Babam her­kesten fazla bu yabancı misafirlere sokuldu, iltifat gördü ve onlara saygı gösterdi. Kadının ismi Sarah erkeğin ismi Aron'du.

Bunlar bütün gün babamla başbaşa verip birşeyler konuş­tular. Bize bir şey söylemediler. Gece şereflerine köyümüzün misafir salonunda ziyafet verdik. Köy kızlarının kırlardan topladıkları mavi, beyaz çiçeklerle sofrayı donattık. Fabrika bol şarab göndermişti, hepimiz birlikte içtik. Fakat bu misa­firler kim, fabrika onları nereden öğrenmiş ve bu şarapların manası ne? Onu da öğreniriz elbette...

Gece biz yataklarımıza çekildiğimiz zaman, kadın erkek, kardeş olduklarını sanıyorum, babamla başbaşa kalmışlardı. Ne vakte kadar konuştuklarını bilemiyorum. Uyuya kalmı­şım...

14 Mayıs 1914

Ne sıcak, ne büyüleyici, ne tatlı bir sabah. Kahvaltılarımızı bahçede yaptık. Yediklerimizi hepsi kendi emeğimizin mahsûlü. Ekmek, tereyağ, reçel!.. Bütün bunları biz kendi el­lerimizle yaptık. Çarşıdan pazardan alınan bir şey yok. Bunlara pis goyimlerın eli değmemiş.

Kahvaltıdan sonra babam, bu misafirlerle birlikte Yeruşalem'e gideceğimizi müjdeledi. Mukaddes .şehir, büyük bel­de!.. Asırlar boyu nıülevves insanların, pis hristiyanların, barbar Türklerin ve hatta Araplar'ın işgalinde olan güzel şe­hir!.. Seni görmek, toprağına yüz sürmek bana da müyesser olacakmış, sana binlerce minnet ey Adonay!

İki yağız atın çektiği mükellef bir fayton bizi akşam karan-lıında Yerüşalem'e getirdi. Kendimi David'in, Salomon'un ülkesinde sanıyorum, Fast otelinde babamla bana tertemiz, mükemmel bir oda hazırlamıştı. Otelde yiyip içtik. Bizi bura­ya getirenler ertesi sabah gelmek üzere ayrıldılar. Tatlı rüya-lı, hayalli, hülyah bir gece geçirdim ve Güneş Sahyun Dağla­rı'nın arkasından yüzünü göstermeden yataktan fırladım, gi­yindim, hazırlandım.

15 Mayıs 1914

İlk işimiz baba kız, Salomon mabedinin asırdîde temel du­varlarına yüz sürmek oldu. Kalabalık çarşıdan geçerken, kendimi asırlarca evvele gitmiş zannettim, Irkdaşlarımız ve dindaşlarımızı selâmlaya, selâmlaya ve sanki tarih yaprakla­rını tersine çevire, çevire, İsrail oğullarının ihtişam ve salta­nat devirlerine geri dönmüş sanıyordum. Titüs ve Ebuknazar'ın vahşi ve hâin gölgeleri de hafızamızda canlanmış, Babil sürgünü, Romalılar'ın zulmü, Goyimler'in işkencesi ve ondan Öte asırlık tarih sanki hep bir arada canlanmış, şahlan­mış, karşımızda dikilmiş gibi idi.

İçimden sert ve hiddetli bîr ses haykırıyor:

Yanılıyorsun Suzy! Arkana bakma, Önünde mes'ud bir is­tikbal var, onu gör! israilin istiklâli, İsrail oğullarının saadeti­ni gör!..

Öyle yaptım. Zıt hisler ve çeşitli tesirler altında tıbkı bir sâhir-i filmenâm(uyurgezer) gibi baba kız kendimizi büyük mabedin kalın duvarları önünde bulduk.

Diz çöktüm, gayri ihtiyarı gözlerimden yaşlar boşanıyor, babam cezbe halinde...

"— Ey büyük ve kudretli Yehova! Bu dökülen göz yaşları­nı görmüyor musun? Ne zamana kadar bu bedbaht seller böylece akıp gidecek. Bu mübarek göz yaşlarının vücûde ge­tirdiği deryalarda goyimleri boğ, yok et artık, yok et onları!"

Kendimden geçmiş gibi idim. Babam da öyle ve sonra her ikimiz birlikte okuyoruz:

"Ey İsrail, kendi yüksek yerlerin
Üzerinde öldürüldü izzetin!
Yiğitler nasıl düştüler!
Filistinlerin kızları sevinmesinler diye,
Sünnetsizlerin kızları sevinmesinler diye,
Sünnetsizlerin kızları sevinçle coşmasınlar diye,
Gatta bunu bildirmeyin,
Aşkelon sokaklarında yapmayın.
Ey Gilboa dağlan,
Üzerinizde ne çiğ ne yağmur, ne
De takdime tarlatan olsun;
Çünkü yiğitlerin kalkanım orada
Kaldırıp attılar,
Saulun yağlar mesholtınmamış
Kalkanını.
Öldürülmüş olanların kanından
Yiğitlerin yağından,
Yonatamn yayı geri gelmezdi,
Ve Saulun kılıncı boş dönmezdi.
Saul ile Yonatan hayatlarında
Tatlı ve sevimli idiler.
Ölümlerinde de ayrılmadılar;
Kartallardan daha çevik, Arslanlardan daha kuvvetli idiler. Ey israil kızları! Sanla Ağlayın, O size değerli kırmızı kumaş Giydirdi,
Esvabınız üzerine altın süsü koydu. Cenk ortasında yiğitler nasıl düştüler! Yoııatan senin yüksek yerlerinde
Öldürüldü.
Ey kardeşim Yonatan, senin için
Acıklıyım;
Sen benim içitvçok tatlı idin;
Senin sevgin benim için şaşılacak şeydi,
Kadının sevgisinden ziyade idi.
Yiğitler nasıl dövüştüler,
Ve cenk silâhlan nasıl yok oldular!

Bu ilâhiyi baba kız öyle içten, öyle, heyecanlı, öyle vecdle okumuştuk ki; âdeta kendimizden geçmiş ruhlarımız asırlar­ca evvelki zamanlara dönmüştü. Gözlerim ağlamaktan kıp­kırmızı olmuş, göz yaşlarım Salomon Mabedi'nin temellerini ıslatmıştı. Bunlar boş yere gitmiyor, bunlar Adonay'ın katın­da birikiyor, toplanıyor, Bîrgün sel olup düşmanlarımızı bo­ğacak, yağmur olup bahçelerimizi sulayacak!

Ey "Yehova! Büyük mâbud! Seslerimize kulak ver, bizi kurtar artık!..

* * *

Bugünün sabahı böyle geçti. Öğle yemeğini otelde yedik. Zihnimi kurcalayan bir şey var. Köyümüzden niçin beni seç­tiler ve buraya getirdiler. Babamın bu işte rolü nedir, yoksa sadece bana refakat etmek için mi? Elbette bütün bu olup bi­tenlerin iç yüzünü ergeç anlayacağım, muhakkak olan bir şey varsa, biz yeni bir hayatın, yeni ve parlak bir istikbalin eşiğindeyiz. Bir hissikablelvuku (ön sezi) asırlarca İsrail oğullarını sarmış olan kara bulutların dağılmakta olduğunu ve devletimizin doğmakta olduğunu bize haber veriyor, içi­mize böyle doğuyor. Hahamların, hükemâmızın (filozofları­mızın) vaadleri, sözleri, müjdeleri elbetteki boş değil!.. Bin­lerce sene oluyor. Binlerce azap ve işkence, sayısız ve hududsuz zulüm ve itisaf(yok ermek) biz bütün bunlara göğüs ger­dik. Hiç bir şey gözümüzü yıldırmadı, hiç bir engel bizi yo­lumuzdan döndürmedi. Bugünün İsrail kızları; bu fedakârlıklarının mükâfatını bekliyoruz. Bundan on sene ev­vel, Türklerin Kızıl Sultan'ı hiç bir ırkdaşımızı, hiç bir dinda­şımızı bu topraklara ayak bastırmıyordu. Babalarımız, abla­larımız, annelerimiz vapur güvertelerinde, üst üste, yığın, yı­ğın Türk topraklarına çıkmak için günlerce beklediler. Ne Amerika'nın, ne Avrupa'nın, ne de cihanı sarmış olan teşkilâtımızın teşebbüsleri para etmedi. Barbar Türklerin, zâlim sultanı Abdülhamid Filistin'de bir İsrail Devleti doğ­masın diye öylesine direndi, öylesine inat ettiki Evet biraz geç kaldık, fakat sultanın tahtını da başına göçürttük. İşte şimdi biz bu mukaddes ülkedeyiz. Hem de asla çıkmamak üzere!..

İçimize, ruhumuza, kabımıza sığmayan bir heyecan içinde çalkalanıyor, sarsılıyoruz. Öğleden sonra otele Sarah geldi. Beni yalnızca bir odaya çekti, yüzümü okşadı, benimle çok eski âşinâlar gibi konuşuyordu.

"Sevgili kız kardeşim, beni dinle!.." dedi. Bütün bu sami­miyete rağmen ellerim titriyor, dudaklarım titriyordu. İşte bir fevkalâdelik olduğunu hissediyorum, anlamadığım tek şey; köyümüzden sadece benim seçilmiş olmaklığım ve bana karşı bir ehemmiyet verilmiş olması idi. Bu düğümü çabuk çözdüm.

“— Sen çok güzel ve cazip bîr kızsın. Zekân da fazla!.. Üs­telik israilin büyük dâvasını tam manasiyie kavrayacak bir yaradılıştasın. Sahip olduğun bütün bu müstesna meziyetler ve güzellikleri İsrail davasına vakfedecek o yolda kullana­caksın..."

Bugünden itibaren sen köyümüzde "Nezach Yisraee Loyeschakev" teşkilâtının mümessilisin! Bu teşkilat, yarın kurulacak büyük İsrail Devleti'nin temel organıdır. Tarih sana bu şerefli vazifeyi lâyık görüyor, bununla iftihar edebilirsin. Her ayın ilk Şubat günü Yeruşalem'de Sir Levi'yi görecek ve ondan talimat alacaksın. O, icap ettikçe haberleri bana gön­derir. Ben Hayfa'ya yakın Sihron Jakop Köyü'nde oturuyo­rum. İcap ettikçe Yafa'daki çiftlikte de buluşuruz. Orada baş­ka kızkardeşlerinle de tanışırsın. Şimdilik acele bir şey yok. Araplar sadece menfaatlerini düşünüyor, başka şeylerle alâkadar olmazlar, Türk memurları belki senelerce köyümü­ze uğramazlar, lâkayd ve Dünya'dan bihaberdirler. Şayet bir vesile ile ayaklan oraya uğrarsa onları hoş tutup güzelliğini­zin sihriyle onları büyülemek, onlara saf ve sâdık gözükmek vazifenizdir. Hele hele, İsrail'in istikbalinden, idealinden hiç kimseye bir şey söylememeye ve hatta bu büyük idealden habersiz gözükmeye çalışmak vazifenizdir. Geldiğin yeri iyi hatırlıyorsun değil mi Suzy? Rutubetli, küflü ev ve sefil bir hayat!.. Goyimlerin daimi hakaretleri, kırbaş, zulüm,, işkence ve katliam... Daima bunları ve yarını düşüneceksin. Yarın; parlak güneşli, mes'ud ve büyük yarın...İşte o kadar benim güzel hemşirem, gerisi senin zekâna!.."

* * *

Böylece umûmi bir talimat ve umûmi bir izahat alarak bir­birimizden ayrıldık. Demek ki, ben köyümüzde, İsrael tarihi­nin, İsrail istikbalinin en mühim teşkilâtı olan "Nezach Yisrael Loyeschakev" mümessiliyim, ne bahtiyarlık, ne şeref bu!

Acaba üç dört köy içinde niçin beni seçtiler. Bu pek gizli bir şey değil. Ben de farkındayım. Fakat babam açıkça ve sa­rahaten bunu şöyle izah etti:

"— Yakıcı bir güzelliğe sahipsin Suzy! Zekâ ve zarafetin de ondan aşağı değil. Bu silâh sende oldukça çok gönüller yakar, çok budalaları avlarsın. Zamanı gelecek bütün bu ni­metleri müstakbel İsrail Devletinin menfaati uğruna kullana­caksın! Senin bu büyüleyici güzelliğin karşısında kaç erkek, kaç irade mukavemet edebilir. Sen bu sılalarla goyimleri ye­re serecek, onların sırlarını öğrenecek ve istikbale hizmet edeceksin!.."

Türkler, asırlarca bu yerleri, bu bizim ecdat yurdumuzu bize zindan ettiler. Türk Sultanı Abdülhamid ırkdaşlarımız buralara sokmamak için bütün Dünya'ya kafa tuttu. Ona kimse sözünü geçiremedi. Fakat bak bugün biz buralarda, âdeta müstakil bir devlet gibi yaşıyoruz. Bu devlet, yarının büyük Salomon saltanatının bir provasından başkabir şey değil!.. Kendimize mahsus postalarımız var, hatta paramız, namımıza basılmış paralarımız var. Türklerin ses çıkardık­ları yok. Mecalleri yok ki!.. Onlarda buralarda iğreti otur­duklarının farkındalar. Bir gün buralardan çekilecekler ve buraları tamamiyle bizim hükümranlığımız altına girecek. Şunu unutmamalıyız ki, Türkler'in bugünkü müsamahaları ve sessizliğine inanmak hiç de doğru değil. Bu vaziyet anormal, arızî ve muvakkattir. Şimdi onlar kendi dertlerine düş­müşlerdir. Yarın içlerinden biri ön ayak olur, onları kışkırtır­sa vaziyet tamamiyle tersine döner. Onların ayranları kabarırsa her şeyi altüst eder, canlarımıza bile kıyarlar. Bereket versin burada memurlardan başka kimsecikler yok. O me­murlar da kendi geçimleri ve dertleriyle meşguller!.. Şayet bunlarda bir hareket, bir anlayış, bir uyanış görülecek olursa işte o zaman, Suzy; bunlar sizin güzelliğiniz ve zekânız önünde, Güneş görmüş kar gibi erimelidir. Biz, İsrail oğulla­rının ba's-ü badelmevt günlerini yaşıyoruz..."

Gece yarısını geçti, bir yandan uykusuzluk, bir yandan heyecan, bir yandan gerilen sinirler beni yatağa sürükledi ve ölü gibi kendimden geçtim...

Dünya Savasi Kivilcimlari

Haziran... Ekinler biçildi, bağlar olgunlaştı. Bademler top­lanmağa hazırlanıyor. Fakat ne kadar sıcak var, ne kadar!.. Köyün bütün delikanlıları ve kızları tarlada. Beni bundan ba­ğışladılar. Beni yarın için saklıyorlar. Bu yarında ne var aca­ba? Bu yarınlar ne doğuracak ki?.. Her halde benim bilmedi­ğim berşeyler var, bu muhakkak. Gün doğmadan bakalım neler doğacak...

Bu cumartesi, tek atlı bir fayton beni aldı Câuna'ya götür­dü, ne büyük ne güzel köy, ne kadar da zengin... Roçild'in vekili ve idare adamlarımız hep burada!.. Burası sanki müs­takil bir teşkilât merkezi!.. Köyün genç kızları beni karşıladı­lar, köylerini gezdirdiler. Varşova'da bile emsali az güzel bakkal dükkânlarını ve mükemmel bir de eczâhânesi var bu köyün. Doktoru da var. Mükellef bir villânın mükemmel bir odasında köy hahamı, Roçild'in vekili, Hayfâdan, Yafa'dan gelmiş seçkin insanlar birer koltuğa kurulmuşlar. Bana da yer gösterdiler, saygı da gösterdiler ve bir yere oturdum. Or­talığı derin bir sessizlik kapladı ve köy hahamı doktor Levi şu duayı okudu:

Rab Sinada geldi
Ve onlara Seirden doğdu,
Paran dağından parladı,
Ve mukaddeslerin on binleri
İçinden geldi;
Onlar için sağında ateşli ferman vardı.
Gerçek, sıbtları sever,
Bütün mukaddesleri senin elindedir;
Ve onlar senin ayağının yanında oturdular;
Herbiri senin gözlerinden alacaktır.
Yakup cemaati için miras olarak,
Musa bize bir şeriat amretti.
Ve İsrailin bütün sıptları birlikte olarak,
Kavmin başları toplandığı zaman,
Yeşurunda o kiralat.

Bu duayı bitirir bitirmez yüzü sapsarı kesilmiş doktor Le­vi, gür sesiyle şunları ilâve etti:

Bugün burada kavmimizin başları siz sayılırsınız. Siz; do­ğacak güneşin ilk lamblarısınız. İsrail'in kurtuluş güneşi Sahyun Dağı'nın tepelerinde altın sırmalı tellerini Yeryüzü'ne yaymak üzere!.. Dünya, din ve ırk ayırmaksızın bütün goyîmleri mahvedecek bir kıyametin arefesindedir.[8] Bu kıya­met Kürre-i Arz'da yaşayan bütün insanları içine alacak, ev­leri yıkayacak, ocakları söndürecek, mağrur kafaları ezecek, ortalığı kül edecek, yeryüzü bir enkaz yığını haline gelecek ve bu enkazın ortasından yeni, taze ve canlı İsrail Devleti do­ğacak!.. Tevrat'ın müjdelediği Talmud'un haber verdiği Şulhan Aruh'un tefsir ettiği büyük, kudretli, şevketli ve azamet­li İsrail devleti...

Bu gayeye çabuk ulaşmamız, bu adanmış topraklarda Al­lah tarafından bize mev'ud istiklâl ve saadete bir an evvel ulaşabilmemiz için her birinize büyük vazifeler düşüyor. Bu­nu sizlere daha evvel tebliğ etmiş bulunuyorlar. Biz bugün burada: Günün yaklaşmakta olduğunu sizlere bildirmek için toplandık. Yehova cümlemizin yardımcısı olsun!

Bundan sonra Roçild'in vekili hepimizle teker teker alâkadar oldu, isimlerimizi sordu ve biz ona kısaca haltercümemizi anlattık. Yüzümü okşadı ve beni sofraya yanma oturtarak iltifatlarda bulundu.

“— Sarah ile görüştün değil mi? O büyük kadındır. Israilin ümidi ve yıldızıdır. Ona hizmet etmeğe ve faydalı olmağa çalış güzel kızım."

* * *

Muhakkak ki; büyük bir vazife yüklenmiş bulunuyorum. Bu, o kadar büyük ve kudsî bir vazifeki; bana cümle cümle, teker teker söylüyorlar. Elbette ki birşeyler anlıyorum, ama hepsi o kadar mı bilmiyorum. Yarınlar, hâdiseler herşeyi açıklayacak bize... Bizi Gettolardan, Pogromlardan, hakaret­lerden, kırbaçlardan kurtarıp bu hür ve mes'ud hayata ka­vuşturanların elbette bir bildikleri var. Onlara inanmak, on­ların sözünden dışarı çıkmamak yapacağım tek şey.

Köyümüze döndük. Herkesi ümit ve neşe içinde buldum. Normal bir hayat sürüyoruz. Anbarlarımız erzakla, kuru üzümle ve bademle dolu. Yafa'daki bankada paramız var. Sı­kıntı ve yokluk nedir unuttuk. Gerçi tarlalarda ve Güneş'in altında çalışmak zor fakat kazançlı!.. Düşmanlarımız: “Saban tutmayan ellerde asalet yoktur" derler. İşte şimdi sapan da, orak da, çapa da tutuyoruz, sanki bunlar mı bize asalet veri­yor? Bu da çok sürmeyecek!.. Biz fizikî kuvvetlerle kol ve ba­cak güciyle değil, eşsiz zekâlarımızla Dünya'nın efendisi ola­cağız. Fellahlar Güneş altında köle gibi, esir gibi, ecir gibi ça­lışacak ve biz onların sırtından geçineceğiz. Ama bugün topraktan aldığımız mahsullerin bir kışımın anbarlarımıza, bir kısmını pazarlara sevkedip para kazanmak da doğrusu tatlı şey. Varşova'da ve Karakoy'da, loş dükkânımızda, bir pis gayri yahudinin elinden eşyasını ucuz almak ve yahud değerlerini bir türlü takdir edemedikleri eşyayı, antika diye bu­dalalara yutturmak... Ne yalan söyleyeyim öteden beri benim hoşuma gitmiyordu. Bir de şunu düşünüyorum: Aç sinekler gibi banka kapılarına üşüşüp para ve kredi dilenen kaba in­sanlara yaptığımız tahakküm ve büyük fabrikalarda çalıştır­dığımız onbinlerce işçiden ehramlarda harcadığımız emek ve çektiğimiz işkencelerin acısını çıkarmak duygusu insana ne büyük gurur ve teselli veriyor.

Babam diyor ki; Amerika'daki bütün silâh fabrikalarının sahipleri yahudilermiş. Dünya'nın servetini bu yoldan hazi­nelerimize çekmek ve yaptığımız silâhlarla goyimleri birbiri­ne kırdırmak!.. Neye gözyaşı döküyoruz? İntikamımız bol bol alınmış bizim. Şimdi geriye David'in bayrağının dalga­landığını görmek kaldı. O da olacak!.. Biz bu davanın öncü­leri değil miyiz?

Haftanın her çarşamba günü Cauna'dan gelen doktor ha­ham bizleri köyün gazinosunda topluyor ve bize Talmut'dan parçalar okuyor. Ne derin manalar var bu Talmut'da.. Dok­tor tefsirini de yapıyor, mest oluyoruz. Ezberlediğimiz par­çalar var, meselâ şunlar:

"Yalnız İsrail oğulları insandır, diğerleri değildir."

"Yahudi olmayanlar murdardır. Bunların pis ellerinin do­kunduğu her şey mekruhtur."

"Eğer bir gayri yahudinin Öküzü, bir yahudinin öküzünü boymızlayıp yaralarsa, yahudi olmayan ceza görmelidir. Şa­yet bir yahudinin öküzü, yahudi olmayan bir ken'âninin öküzünü yaralarsa, ceza mevzuubahis değildir."

Bunun gibi nice hikmetleri tekrar tekrar okuyup hafıza­larımıza nakşediyorlar.

İçimden bir ses yükseliyor, vicdanın sesidir belki bu! Di­yor ki: Acaba bu kadar sert hükümler ve haksız kararlarını biz yahudileri insanların gözünden düşürmüş, herkesi biz­den uzaklaştırmış, Cihan'ın nefret ve istikrahını üzerimize toplamış. Evet; zulüm, işkence, katliam, hakaret bunların hepsi bize bir hak verir, verir ama acaba ilk başlayan kim? Biz mi, onlar mı? Aman yarabbi ne içinden çıkılmaz muam­ma bu?"

Ey Adonay sana tövbe etmeliyim. Ruhumda fırtınalar ko­puyor, istifhamlar düğümleniyor. Hangi tahsil, hangi bilgi, hangi görgü ile bunları çözeyim. Acizim, acz içindeyim. Bir hakikat nuruna, bir hakikat ışığına o kadar muhtacım ki!..

Kudüs'e gidip gelmek, Cauna'da toplanmak Ezra'nın vaizleri, ırkdaşlarımın göz yaşlan, feryat ve figanlar, asırlar­dır bitmeyen şikâyet ve ıztırab!.. Bütün bunların son tesellisi istiklâl ve yeni bir devletin doğuşu Öyle mi? Belki!

Babam bugünlerde kendisini adeta Musa'nın azizi, müri­di gibi telâkki ediyor, ondaki vecit ve heyecan ne? Fakat Po­lonya'da iken, derin uykumda karyolamın başında gördü­ğüm hayalet ne idi? Hayvani şehvetini kendi öz kızının üze­rinde teskine yeltenen kudurmuş bir insana baba demek ka­dar bir insan için talihsizlik tasavvur edilebilir mi?

Evet gencim ve güzelim. Ayna gibi bir dostum var, kendi­mi görüyorum ben!.. Aşka, sevgiye o kadar muhtacım ki!.. Ama bunları ben, kendi tabii haklarım için değil de aklımın ermediği büyük idealler için kullanacakmışım. Belki onlar haklı, belki ben?.. Kafamı kurcalayan bir nokta var: Bu oyun elbetteki bugün, burada ve benimle başlamıyor. Bin yıl, iki bin yıl ve belki daha bir çok bin yıllar!..

Günahım varsa sen bağışla, büyük Yehova! İradem sarsıl­mış, mantıkim kaybolmuş benim...

15 Temmuz 1914

Köyün bir çok erkekleri ve babam sabah erkenden çiftliğe gittiler. Köy kadınlarında göze çarpan bir telâş var. Sevini­yorlar mı, korkuyorlar mı belli değil. Belli olan saklanması güç bir heyecan dalgasının köyümüzü sarmış olmasıdır. Açıkgöz komşumuz madam Röbekâ telâşlı, telâşlı birşeyler anlatıyor, kapı kapı geziyor ve yorulmadan, heyecanlı he­yecanlı adeta kendinden geçmiş gibi şunları tekrarlıyordu:

“- Yangın başlıyor. Alevleri Dünya'yı saracak ve Dünya'yı kül edecek! Şimdi goyimler yahudi fabrikalarının imal ettikleri silâhlarla birbirlerinin öldürerek, milyonlarca yuva yıkılacak, milyonlarca insan cesedi ve enkaz haline gelmiş bir Dünya'nm harebeleri ortasından İsrailin Devleti, David'in saltanatı, Salomon'un haşmeti doğacak! O zaman biz, Dün­yanın tek efendisi, tek hakimi olacağız. Titüs'ün de Babil'in de acısını çıkaracak, intikamımızı alacağız.

Yehova bize ne diyor?

Seni Mısır diyarından, esirlik evinden çıkaran Allah'ın Yehova ben'im.

Şimdi bizi bu barbar Türkler'in, müfrit Araplar'ın, hâin Avrupalı'nın da elinden kurtaracak. Büyük haham Rabinoviç ne demişti:

Gün geliyor, Israel yakında kurtulacak ve Dünyanın efen­disi olacaktı!.. Evet; Yeryüzünde bir kıyametin kopacağını ve goyimlerin birbirlerinin boğazına sarılıp, kendi kendilerini yok edecekleri günün yaklaştığını ihtiyarlarımız tekrar edip duruyorlardı. Bakınız ne kadar doğru imiş...

Röbeka ev ev dolaşıyor ve bu hitabeyi tekrarlıyordu. Ben­de müdhiş heyecanlandım. Muhakkak ki; birşeyler oluyor. Obur, haris, alçak Avrupa yerinden oynuyor. Yamyamlar gibi, kudurmuş köpekler gibi birbirlerini yiyecekler. Demek ki İsrail'in ahi tuttu. Oh olsun alçaklara!..

Babam ve arkadaşları çiflikten döndüler. Hepsi heyecanlı idi. Yüzlerindeki manayı doğrusu iyi okuyamadım. Meyus mu idiler, yoksa memnun mu?

Akşam yemekten sonra babam bize şunları söyledi:

"— Avrupa'da yangın başladı. Kıvılcımlar buralara kadar sirayet edebilir. Şimdilik bir şey gözükmüyor. Fakat, bu Dünyayı saracak ateşi, biz İsrail oğulları yaktık ve alevledik. Bu yangının bütün Dünyayı insanlarıyla beraber kül etmesi­ni istiyoruz. Ancak o zaman bizim için tam kurtuluş ola­cak..."

Bütün bu söylentiler bütün olaylar, bütün bu iç yüzünü bir türlü kavrayamadığım muammalar ve yarınlar... Hele ya­rınlar, hele yarınlar!

Gece yatakta yarı uyku, yarı rüya, yarı uyanık, hep birbi­rine girift hisler, tahminler, ihtimaller ve birazda kâbuslar içinde geçti. Sabahı bekliyorum, güneşi bekliyorum. Hem or­talık aydınlansın, hem de ruhlarımız

Türk Askeri Filistinde

15 Ağustos 1914

Bütün Osmanlı ülkesinde bir hareket, bir kıpırdama, bir faaliyet var. Türkler'in de kavgaya katıldıkları söyleniyor. Zaten Dünya'nın neresinde bir cenk olur da Türk ondan geri kalır! Asya'nın göbeğinden bir sıçrayışta Avrupa'nın ortasına atlayan ve buraları bir yumrukta ellerine geçiren Türkler'den sakınmak lâzım geldiğini söylüyorlar bize!.. Geçenlerde Yafa Hükümet reisi köyümüzden geçti. Türk değil, Libyalı bir Arap. Ne bir kahvemizi içti, ne de yüzümüze bakmağa tenezzül etti. Suratından düşen bin parça olur. Babam başta köyün erkekleri herifi karşıladılar, selâmladılar, saygı gösterdiler, fakat hiç para etmedi. Anlaşılan bunlar bizim buradaki refah ve saadetimizi kıskanıyorlar, yerleştiğimizi istemiyor­lar. Varsın istemesinler,bir gün gelecek onlar buradan defo­lup gidecekler, buranın tek efendisi biz olacağız. Yalnız bu­ranın değil, bütün Dünya'nm!..

Aron bize ilk sinyali verdi: Kulaklarınız kirişte, gözleri­niz açık olsun! Her hareket, her hadise günü gününe bize bildirilecek. Sarah mutemet adamlarından Jozef ile ilk emri­ni gönderdi: "Mıntıkanızdan geçecek, yakınlarınızda konaklayacak veyahud yerleşecek her Türk birliğinin kuvvetini, kumandanını, silahlarını cinsini ve mümkünse kuman­danının adını öğrenip hemen bize bildiriniz. İçlerinden zabit ve neferlere sokullarak, onlara iltifat ederek, gönüllerini hoş ederek kendilerinden malumat alınız. Her haber bizim için mühimdir. Suzy! Tarih sana en büyük vazifeyi veriyor. Bu; Türkler'in bu topraklarda son günleridir. Bu günlerin kısal­tılması için çalışmak borcumuzdur. Onlar tamamiyle ayak­larını kesip buralardan defolmadıkça istikbalimiz emniyet altında değildir, Türkler'in ne kadar haşin ve barbar bir mil­let olduğunu tarihlerde okumuşsundur. Bugün bir şey anla­mıyor gözükürler fakat birgün, fırtınalar gib, kasırgalar gibi birdenbire kopup yuvamız, yurdumuzla birlikte silkip at­malarını daima hesaba katınız ve aklınızda tutunuz. Ona göre daima tetikte bulununuz ve en ufak hareketlerini takip edip bildiriniz. Yehova bizi korusun!"

* * *

Ortalık sarsılıyor, yeryerinden oynuyor. Arz-ı Mev'ud, alay alay tümen tümen Türk çizmeleri tarafından çiğneniyor. Hodkâm Almanlar ve barbar Türkler, birbirlerine ne kadar yakışıyor!.. Birlikte harbe girmişler, ikiside bizim düşmanımız. Şu nokta zihnimi o derece işgal ediyor ki, geçen gün köy muallimi Benjamen bana şunları anlattı:

"Ben Türkler'in barbar ve merhametsiz insanlar olduğuna katiyyen İnanmıyorum. Aksine olarak çok merhametli ve asil insanlardır. Bak bizleri buraya yerleştirdiler. Kendi köylüleri fakirlik ve sefalet içinde yüzerken biz burada kon­for ve refah içinde yaşıyoruz. Kimsenin bizi kıskandığı yok. Mal ve can emniyeti içindeyiz. Sonra şunu unutmayalım ki, "Avrupa'dan o mel'un Katolikler bizi koğup binbir çeşit iş­kenceye mâruz bıraktıkları zaman, medenî dünyada yalnız Türkler bize avucunu açmış, vatanlarından bize toprak ve yaşamak imkânı vermişlerdir. Hakikat bu, fakat İsrailin büyük ideali yok mu?"

* * *

Hakikat bu,öyle mi? Nasıl olur? Biz bu gerçeğe vakıf olunca var gücümüzle bu millete nasıl düşman olabiliriz? Ben gençliğimi, güzelliğimi, istikbalimi ve aşkımı, her şeyi­mi, her şeyimi bu millet aleyhine seferber etmiş bulunuyo­rum. Bizi köpekten aşağı tutan, bize her türlü zulmü reva gören,dindaşlarımızı bir çırpıda kıtır kıtır, doğruyan Ruslar ve Polonyalılara böyle bir husumet ve suikasdda bulunmayıp da bizi buralara yerleştiren, bize ekmek ve mekân veren Türkler aleyhine kullanmak ve bu işte vazife almak!.. Bu çok feci yarabbi! Demek her şey İsrail için her şey büyük İsrail devleti için öylemi? Ama bu hikâye o kadar bayat, o kadar eski, o kadar müstamel ki!.. Bir sürü kehânet, bir sürü fantazi, bir sürü mistik hikâye!.. Asırlarca ecdaddan evlâda evladdan ahfada hep bu masal, hep bu hikâye!.. Ondan sonra bü­tün milletlerin sönmek bilmeyen, gittikçe alevlenen kinleri ve düşmanlıkları. Şimdilik öyle... Yarını kimse bilmez. Fakat biz yarın için çalışıyonız,şu sonu gelmeyen yarınlar için...

Zihnimi kurcalayan, vicdanımı hırpalayan bu düşüncele­rimi mazallah duymasınlar, beni yok ederler vallahi... Hele babam, hele babam.,.

* * *

..................................... Silinmiş ve üç sahile okunamamistir.

* * *

Türkler'in Mısır'ı fethetmeğe hazırlandıkları söyleniyor. Amma tûl-i emel ha! Bir zamanlar zengin Viyana'yı yağma etmek için ellerini oralara kadar uzatmadılar mı? Yakın vak­te kadar Mısır onların ellerinde değil mi idi? Bizi sonuna ka­dar burada bırakırlar mı bilmem? Şu var ki biz bütün gücü­müzle onları arkadan hançerlemeğe çalışacağız.

Süveyş Kanalını geçip Mısır'ı fethetmek için Türklerin ge­niş ve ciddî mikyasta hazırlıklarda bulundukları burada bomba gibi patladı. Yeruşalem demiroyunu sökmüşler, Süveyşe doğru şimendöfer yapacaklarmış. Babam anlatıyor, Türk ordusunun kumandanı Cemal Paşa isminde gayet sert ve insafsız bir adammış. Türk kabinesinde de Bahriye Nâzırı imiş... Kim olursa olsun bu koca çölü nasıl aşacak bunlar!.. Sakın onlarda bizim kavmimiz gibi, Musa'nın ümmeti gibi Sina'da seneler senesi kendilerini kaybetmesinler, ama bu asırda hiç de bunu sanmam. Şu var ki onları Firavun yerine şimdi ingilizler karşılayacaklar. Yaşayan görür. Bekleyelim. Tarihi günler yaşadığımız malûm!.

Babam dün Kudüs'te Aron'un 'yanına gitti. Yafa Remle Mıntıkasında ne miktar asker toplandığını ve daha cenuplara ne kadar süvari, topçu ve piyade geçtiğini bildirdik. İçlerin­de Alman zabitleri olduğunu ve "Fon Kreys" isminde bir de Alman generali olduğunu onlar tabii biliyorlar. Hiç görmediğimiz hecin süvari kıtalarını da bildirdik. Taberiye'de Lübnan'dan gelmiş bir piyade fırkası olduğunu ilâve ettik. Daha da malûmat topluyorum, civar yahudi köyleri de elde ettik­leri haberleri Kefer Kenna'da Hıristiyan rahibi kıyafetine gir­miş olan fedakâr ırkdaşımız "Mişel=asıl ismi Jakob'a bildiri­yorlar." Adanmış topraklar baştan başa Türk çizmeleriyle çiğneniyor. Şayet bunlar Mısırıda elde edecek olurlarsa bizi burada oturturlar mı acaba? Hiç ummam. Bu düşünce bir kâbus gibi rüyalarıma giriyor. Fakat şuna emin olmalıyız ki; kudretli ve namağlûp İngilterenin sırtı öyle kolay kolay yere gelmez. Biz, bütün varlığımızla onun yardımcısıyız. Türkler'in cepheleri gerisinde başaracağımız vazifeler hiç şüphe­siz bir ordu kadar faydalı olacaktır. Kadın, erkek genç, ihti­yar cümlemiz seferber vaziyetteyiz. Arz-ı Mev'ud'un her kö­şesinde mevzi almış, tarassut noktalarını tutmuş olan ırkdaş-lanmız evvelâ Türk ordusunun kuvvet ve kudretten düşüp mağlûp olması, sonra da İngilizlerin buradan defolup gitme­leri için çalışıyor. Yehova'nın bize yardımcı olduğundan kimsenin şüphesi olmasın Bu inançla ve istikbalin parlak vaadlerini düşünerek müsterih oluyor ve gebe olan gecelerin, gebe olan gündüzlerin, ve gebe olan yarınların neler doğura­cağına intizar ediyorum. Bu; en emniyetli ve kestirme yol!...

Arz-ı Mev'ud kaynıyor. Yeruşalem Türk askerleriyle dolup boşalıyor. Her yer onların işgali altında... Köylerimiz, çiftliklerimiz onların kontrolünde. Bu adamlar Süveyş Kana­lını aşıp Mısır'ı işgal edecekler mi acaba? Köyümüzde, kom­şularımızda, civarımızda hep bu mevzu... israil büyükleri hep bununla meşgul. Kudüs, Yafa, Hayfa, Kefer Kenna, hatta "Nasıra; Taberiye ve Sihron Jakob'ta mevki almış olan tarassud memurlarımız ve fedakâr ırkdaşlarımız hiç bir şeyi göz­lerinden kaçırmıyorlar. Bizi Türklerin idaresinden kurtara­cak olan İngilizleri kazandırmak için Siyon öncüleri kamilen seferber... Hepimizin endişesi, Türkler hakikaten zafer kazanacak olursa birgün, er veya geç bizi buradan koğmalarıdır... Biz buralarda, Anayurdumuzda, adanmış top­raklara yerleşmek için az mı çalıştık, az mı fedakârlık ettik, az mı kurban verdik!.. Ve asırlarca işkence içinde bekledik. Hayfa hahamı doktor Nahmiyas birgün bize şunları söyle­mişti:

"Irkdaşlarımız ve dindaşlarımız bu topraklara, bu, bize mev'ud ve bizim olan muazzez vatana hicret edip yerleşmek için her fedakârlığı göze almıştık. Bütün yeryüzündeki ya­hudi hazineleri bu iş için seferber olmuşlardı. Milyonlarca altın bu uğurda sarfolundu. Milyonlarca altın Türk Sultanı­na rüşvet teklif edildi ve en sonunda bütün bu gayretlere şiddetle göğüs geren Türk Padişahı alaşağı ettik. Yarın elle­rine yeni bir kuvvet ve fırsat geçmesin, akıbet yine kötü, yi­ne vahim... Yarın yine böyle bir sultan, bu tipte, bir hükümet adamı çıkarsa, bu mes'ud yuvalar yıkılır, bu güneşli diyar bize zindan olur. Fakat endişe etmeyiniz, dünya'nııı bütün köprü başlarını elinde tutan, dünyanın bütün servetine sa­hip olan bizler artık bir daha ve ebediyen o karanlık günlere dönmiyeceğiz..."

Bu nutuk birçoklarımızı coşturdu, bir çoklarımızı teselli etti. Ama benim içimi bir kurt kemiriyor, bir türlü iç huzura kavuşamıyorum. Bir sürü Acaba zihnimde, kafamda düğüm­lenmiş duruyor.

Mühim bir şeye dikkat ettim; sırtlarında kışlık yünlü elbi­seler, arkalarında ağır çantalar yüklenmiş olan Türk askerlerini köyümüzden geçerken dikkatle seyrettim. Vicdanım altüst oldu. Bunların fakir bir millet olduğu muhakkak!... Bu cehennem gibi sıcak yerlerde kışlık elbise olur mu? Güçleri yetse idi elbette ince keten elbiseler giyer ve ona göre teçhiz edilebilirdi. Ama şu var hem de çok mühim bir nokta: Köyü­müzden geçen asker ve zabitlerin yüzlerine dikkatle bakıyo­rum, hiç bir millette benzerini görmediğim bir asalet ve tevekkül var bunların yüzlerinde... Fakir oldukları malûm, fakat içlerinden hiç biri kafasını çevirip kıskançlıkla bize bak­mağa tenezzül etmiyor. Bağlarımızdan bir salkım üzüm, ba­demlerimizden bir tek badem kopardıklarım görmedim.

Geçen gün fevkalâde giyinmiş, son terece muntazam bir alay geçti köyümüzden. Zabitleri köy kahvesinde yarım saat kadar dinlenip birer kahve ve limonata içtiler. Kahvecimiz bunlardan para almak istememişti, ikrama tenezzül etmedi­ler ve bahşişleride ekleyerek öyle ayrıldılar. Askerlerin yüz­lerinden öyle merhamet ve sükûnet okunuyordu ki; insan bu kuzu gibi adamların düşman karşısında nasıl poz alacakları­nı merak ediyor doğrusu.. Ama düşünüyorum, Asya'nın or­tasından gelip biranda Avrupa'yı dize getiren ve asırlar boyu büyük bir imparatorluk kuran bu milletin muhakkak ki, bi­zim göremediğimiz fevkalâde bir tarafı var. Şimdiki halde benim gördüğüm asil, sakin, merd ve mütevazı insanlar!.. Bu milletin arkasından, karanlıklarda hançer sallamak; işte bu çok fena, çok âdi bir iş... Biz bunu müstakbel ve büyük ve müstakil İsrail Devletinin hatırı için yapıyoruz. Kızlarımız bekâretini, güzelliklerini ve hayatlarını bu uğurda vakfetti­ler. Erkeklerimiz; süngüsünün gölgesinde yaşadığımız in­sanların ve hükümetlerin hayatlarına bunun için sûikasd ya­pıyorlar. Riyakârlık ve iki yüzlülük bu maksad için mubah ve hatta mukaddes telâkki ediliyor. Fakat şu nokta vicdanımı o kadar eziyor ki: Her biri bir herkül, herbiri bir kahraman ve o nisbette sakin ve mütevekkil olan bu insanlar aleyhine reva gördüğümüz hiyânet ya sonunda yine bir fiyasko ile ne­ticelenirse!. Ya yine bu insanlar muvaffak olur ve bizim gök­lere çıkardığımız, İngilizler mağlup olup burudan defolup giderlerse... Evet onlarda defolup gidecekler ve burası bize kalacak, sadece bizlere!... Ama daima aksi kazıyye sabittir derİer, o zaman halimiz nice olur!.. İşte böyle birbirine zıd, birbirine girift hisler altında eziliyorum ben!.. Nihayet ben de bir insanım. Hem de genç ve güzel, aşka ve ihtirasa muhtaç bir kız... Vicdanım bir mengene içinde sıkılmış gibi azap için­deyim.

Bizim istiklâl davamız!.. Büyük İsrail Devleti!..

David'in Saltanati!

David'in saltanatı!.. Dünyanın tek efendisi ve tek hakimi olmak iddiası...! Fakat bu yeni bir şey değil ki!.. Ecdadımız, ecdadımızın ecdadlan asırlarca hep bu rüyanın peşinde koş­tular. Bu rüya gerçekleşmedi ve bu uzun gecelerin sabahı gelmedi. Dilim varmıyor, düşünmesi bile tüylerimi ürperti­yor ama, belki de İsrail çocukları ebedî karanlıklar içinde, ye­ni yeni Babil esaretleri, yeni yeni Titüs Buhtunnasır kâbusları içinde ezilecek, eriyecek!.. Şimdi ümitlerimiz kuv­vetleri ve cesaretimiz yerinde!.. Çünkü harb var ve biz, bü­yük ve kudretli İngillereye yardım ediyoruz. Ya harb talih Türkler'in yüzüne gülerse, o zaman halimiz ne olur?

Hayır, hayır! Bu kara düşüncelere lüzum yok. Türkler muzaffer olsalar dahi, onlar âlicenab bir millettir her şeyi ça­buk unutur, çabuk afvederler. Hem biz rolümüzü o kadar sanatkârane oyunuyor, vazifemizi o kadar maharetle yapıyo­ruz ki, Türkler davayı ve harbi kazansalar dahi bizi birer sâdık ve vefakâr vatandaş olarak kabul edecekler!.. Onların saflığı ve âlicanaplığı bizim en büyük tesellimiz... Asabım bozuldu, kendimi yatağa atıyorum!..

Gayet muntazam Türk birlikleri cepheye akın ediyorlar. Dün köyümüzden bazı delikanlılar bu giden askerlerin mü­kemmel teçhizattı ve son derece disiplinli ve muntazam ol­duğunu söylüyorlar. Onları bende alıcı gözüyle seyir ve ta­kip ettim. Ne mağrur, ne mütevekkül, ne tok gözlü, ne asil çehreli insanlar... Yüzlerinde kahramanlık ve merdlik okunu­yor. Avrupa'da gördüklerimizin hiç birisine benzemiyor bu insanlar!.. Bunlar mı barbar, bunlar mı vahşi! Köyümüzden geçerlerken tenezzül edip, başlarını çevirip yüzümüze bile bakmıyorlar. Ben bir çıkmazdayım ki, bunun altından nasıl kurtulacağımı bilemiyorum. İnsaf sahipleri diyor ki: Irkdaşlarımız medeni (!) Avrupa'dan tokat, tekme, yumruk, sille koğulduğu zaman bize Türkler koynunu açmış, bize Türkler yurt vermiş, bizi Türkler himaye etmiş... Şimdi ben bu milleti gayet yakından görüyorum, zabitleriyle konuşuyorum. O ne efendilik, o ne incelik, insanı hayran bırakıyor. Buna rağmen bize ve ben bu asil millet aleyhine ve egoist İngiliz hesabına ve lehine çalışıyoruz. Ne yazık!.. Tarih asırlarca bizi lanetle yat etmiş, insanlık bizi asırlar boyu tahrik etmiş itmiş, kak­mış!.. Fakat bizi bir türlü yolumuzdan alıkoyamamışlardır. Bütün bunlar muhayyel bir David saltanatı için mi? Bu dev­letin kurulduğunu farzedelim, bütün Dünyanın gözü bizim üzerimizde oldukça ve yeryüzünde yaşayan milyarlarca in­san bize düşman oldukça kaç yıl, kaç sene payidar olur bu devlet? Vaktiyle Salamon'un saltanatı gözler kamaştırıyor­du, kaç sene sürdü bu saltanat!.. Şimdi ondan bize miras ka­lan, şu göz yaşlarımızla suladığımız temel duvarlarından başka bir şey mî?

Ah benim câhil annem ve ah benim ahmak, şehvetperest, kabbalist babam, Ah!... Beni bir maceraya sürüklüyorlar ki bunu altından nasıl kalkacağımı bilemiyorum. Her şeye rağ­men bana verilen, daha doğrusu güzelliğime ve cazibeme tevdi edilen vazifeyi yapmaktan da kendimi menedemiyorum.

Kimden af isteyeceğim veyahud kimden medet umaca­ğım! Hiç! Felek bana bu yolu seçmiş!.. Varşova ve Karakoyun rutubetli, loş, küf kokulu evinden, güneşli, zarif köşkle­rine geçtik. Burada ne poğrom, ne katliam, ne de bize bakan hor gözler var.. Fakat biz asıl zehirimizi burada kusuyoruz. Bizi koruyanlara karşı!

Şu etrafımızdan alay alay tümen tümen geçen askerler!.. Bunlar vatanlarını ve namuslarını müdafaa ediyorlar. Bunlar muazzam ve muhteşem ingiliz ordusuyle boy ölçüşmekten pervası olmayan cesur insanlar, hepsinin yüzlerinde, şimdi efsaneleşmiş olan şövalyelik okunuyor. Ve biz, bu şan ve şerefin arkasına gizlenmiş, ellerimizde kanlı hançerlerle, o kah­ramanlara kahbece ve gizlice saldırmağa hazır insanlar. Ben bu talihsizliği, Polonyada ki katliamlardan,, mahrumiyet ve sefaletlerden, rutubetli evimiz ve daimi hakaretlerden daha ağır buluyorum. Şimdi bu güzel ev, bu, kuş sesleriyle ahenklere bürünmüş, renkli çiçeklerle cennete dönmüş yerde saa­det namına birşey hissetmiyorum. Cennet içinde cehennem azabı...! Demek bizim nasibimiz bu öyle mi? Lanet olsun bu kara talihe!

Türkler'in kanalı geçtikleri söyleniyor. Olur şey değil. Ko­ca Tih Sahrasını, susuz, şakasız geçip bir de Süveyş'i aşmak akıllan durduracak şey!.. Umulurdu bu, bu milletten. Benim gördüğüm insanların yüzündeki manayı okumak lâzımdı. Dibi gayet derin suların durgunluğu ve fırtınaları haber ve­ren sessizliği vardı bunların yüzlerinde... Kafamda kalan en köklü intiba, kışlık elbiselerle bu çölleri aşmak. Bunu tabii gören ve bütün güçlükleri ve imkânsızlıkları normal telâkki eden imanlı kitlelerin niçin böyle asırlar boyu Yeryüzünde hükümran ve hâkim olduklarının sırrını şimdi daha iyi anlı­yorum. Biz böyle miyiz ya?.. Biz paramız ve entrikamızla bü­tün Dünyaya hükmetmeğe kalkıştık. Bizde de tahammül var, bizde de sabır var!... Hem de fazlasiyle. Eksik olan tarafımız asaletimiz ve mertliğimizdeki noksanlık olacak. Bu kadar âlim, bu kadar kafalı insan yetiştirmişiz. Dünya kültürüne hakim olduğumuzu iddia ediyoruz. O halde niçin beşeriyet bizden nefret ediyor? Yoksa bizi kıskanıyorlar mı? Kimbilir... Bu hikâye asırlık maceraları taşıdığı için onun sırrını varsın başkaları çözsün!.

Dün Ramla'dan gelen bir ırkdaşımız, kanalı geçen Türk Ordusunun muvaffak olmadığını ve gerilere doğru çekildiği­ni bize müjdeledi... Bu çekiliş acaba bütün Arz-ı Mev'ud'u terk etmek suretiyle mi olacak, yoksa mevzii mi kalacak. O zaman ordu burada başımıza ekşimez mi bizim? Bu daha büyük felâket o zaman varımızı, yoğumuzu onlara yedirmek mecburiyetinde kalacağız. Gerçi parasını, hem de fazlasiyle veriyorlar, fakat paraları yiyecek değiliz ya...

Aron Aronson beni çağırdı, yarın Kudüs'e gideceğim...

* * *

Aron Aronson dedi ki:

"Kızım; Türkler'in Kanal Seferin'de muvaffak olamayacak­larını zaten biliyorduk. Fakat harbdir bu, bakarsın talih yüz­lerine güler, Mısır tekrar ellerine ve Abdülhamid'e benzer bîr adamda başlarına geçebilirdi, o zaman yahudilik ve onun bütün hayalleri ve emelleri yok olup giderdi. Yehova buna müsaade etmedi. Şimdi hepimizin vazifesi Türkler'in bu; ır­kımıza ve mümtaz milletimize vaad olunan topraklardan ebediyen ve külliyen çekilmesi için var kuvvetimizi sarfetmek, onların her adımını saymak, her hareketini takip etmek ve günü gününe bildirmek. Hiç birşeyi gözden kaçırmayın. Tek neferden, bölük ve tüneme kadar bütün birliklerin mevcudlarını, sırlarını, silâhlarını, hareket cihetlerini hülâsa en ufak teferruat kadar her şeylerini dakikası dakikasına zabtedip bildirmek.

Türkler kadına karşı zayıf kalbli insanlardır. Hele senin güzelliğin ve caziben karşında fazla mukavemet edemezler. Babanın bu hususta vereceği talimata harfiyen riayet et..."

Hemen köye döndüm. Bana güzel altın bir de bilezik he­diye etti. Hayırlısiyle takmak nasib olsun...

* * *

Savas Kizisiyor

Köyün altındaki vadide bir develi bölük konakladı.[9] Biz, develerin bu kadar sür'atle koştuklarını bilmiyorduk. Bizim bildiğimiz, çöllerin emektar ve cefakeş nakliyecesi develer, gayet ağır hayvanlardı. Bunlar ise, ceylan gibi seğirtiyorlar. Öyle sür'atli, öyle çevik şeyler ki... Hele onları hareket halin­de görmek çok hoş. Öyle heybetli manzaraları var ki.. Ve bu bölüğün başında, hususi kıyafetiyle genç bir teğmen. Belki Dünyânın en yakışıklı erkeği...! Dün köy otelinin kahvesinde bir fincan kahve içti. Babam benî yanına gönderdi fakat çok mağrur bir insan. O kadar hoş giyinmiş ki..! Viladimir bu­nun eline su dökemez. Sırtındaki pelerin, develer uçarken kanatlanmış meleklere benzetiyor onu. Bugün bir sır keşfet­miş bulunuyorum: Oda aşkın yalan olduğunu... Viladimir'in, Polonya asilzadelerine mahsus mağrur tavırları ya­nında bu zabitin, bu gencin şahane hareketleri, yüksekten bakışları ve içleri gülen parlak gözleri ve insanı bir lâhzada tepeden tırnağa kadar süzen hakimiyeti vaziyeti... Aklımı ba­şımdan aldı.

Aşkıma mı yoksa İsrail'in asırdide, davasına mı hizmet edeceğim, ruhum bu iki kuvvetin tesiri altında eziliyor, eri­yorum ve harab oluyorum...

" - Bir kadeh konyak içermişiniz mülâzım efendi?" dedim.

"- Teşekkür ederim, kahve içtim" dedi.

"- Bu da bizim ikramımız olsun, kabul buyurunuz."

"-Çok nazik ve zarifsiniz madmezel..."

Bu mükâleme ceseratimi arttırdı. İsmini öğrendim : Halet. Fransa'da tahsil etmiş. Asilzade olduğu her halinden belli. Ne yazık ki tek kelime Fransızca bilemiyorum.

" - Burada kalacakmısınız?
" – Bir iki gün...
" - Sonra nereye gidecekseniz."
" - Nereye emrederlerse.

Bundan fazla bîrşey öğrenmek mümkün değil bu gençten.

* * *

Cismi değilse bile, hayali kaç gündür koynumda, yata­ğımda bu gencin!.. Kadınlarda bile bu kadar güzellik bulun­maz. Üstelik cesur ve merd bir erkek..

Biz, tabiî ve normal haklarımız ve ilişlerimizden zorla kendimizi uzaklaşıp davalar ve asırlık hayaller peşinde ko­şuyoruz. İnsanlık haklarımızı inkâr ediyor, çiğneniyoruz. Bu, ne zaman kadar böyle gidecek ve nerede son bulacak, nerede duracak?

Tıbkı iki ruhlu insanlar gibiyim. Cesedimde hangi ruh ha­kim onu tayin edemiyorum. Aşk beni yerden yere vuruyor.. Vazife ve ideal, tesirinden yakamı sıyıramadığım bir kâbus gibi beni eziyor. Hem de kıyasıya.. Benim yasımda, benim kadar güzel bir kızın hayatta ve Dünya'da nasibi sade bu mu yarabbi! Büyük İsrail Devleti, David saltanatı, Dünya'nın bü­tün insanlarına tahakküm etmek ve mümtaz millet olmak... .

Bütün bu, asırlardan beri ecdattan ahfada intikal eden ve ırkımıza çok pahalıya mal olan inanç..! Cesaretin varsa ve kendinde o kudreti görüyor isen bu kâbustan sıyrıl da göre­yim seni Suzi!

Halet heybetli kıtasını önüne düştü ve kuş gibi uçtu. De­velerin hayret verici çevik hareketleri ve kayışları, kısa süren rüya gibi gözlerimin önünden sıyrıldı geçti. Ne bir veda, ne bir tahassür, ne de ufak bir iltifat... Bu Dünya güzeli erkek, bunların hepsini bize çok görerek ufuklardan öyle süzülüp gitti ki!.. Hani Türkler kadına düşkün idiler. Yalan bunlar, bütün güzelliğimi, bütün cazibemi, bütün zekâmı seferber et­tim, o mağrur gözleri dönüp bana bakmadı, o parlak gözle­rin içi sıcak sıcak bana gülmedi.

Aşka da, Viladimîre'de, Halete de, güzelliğime de, şansı­ma da, anama da, babama da hepsine lanet olsun! Bu hayatada!...

Türkler'in ağır ağır çekildikleri söyleniyor, ingilizler ne­dense peşlerine düşemediler. İşten anlayanlar diyor ki: Eğer arada kanal olmasaydı. Türler şimdi Mısır'ı baştan başa elle­rine geçirmiş olurlardı. Araplar da onlara yardıma hazırmış. Ne olsa her ikisi de Müslüman. Bizim dinimizi, diyanetimizi çiğneyen Müslümanlar!..

Dün akşam buradan dolaşan söylentilere inanılmak lâzım gelirse Türkler Katya önlerinde bir ingiliz birliğini perişan ve mağlûp ederek bir çok da esir ve hayvan elde etmişler. Garip şey!.. Bu sessiz, sakin millet bunu yapıyor. Tevekkeli deme­mişler, böyle sessiz insanlardan korkulur. Onları harb cehpesinde doğüşürken görmek isterdim. Acaba şu güzel Halet düşman karşısında nasıl efsaneleşir, nasıl harikulâdeleşir... Onun kanat açmış melekler gibi, pelerini içine rüzgârları dol­durarak, şu ince bacaklı, çevik develeriyle düşmana saldırışı­nı seyir ve temaşa etmek ne doyulmaz bir zevk, ne anlatıl­maz bir heyecan ne ifade edilmez bir şey olurdu.

Fransa'da okumuş, iyi bir aile muhitinde yetişmiş, kibarlı­ğı güzelliğinden, güzelliği kibarlığından üstün bir insan. Fa­kat o yukarıdan bakışları, o göz ucuyla insanı süzen, arada bir belindeki kırmızı kuşağına elini sokup karşısındakini hiçe sayan insan... Belki de onun bu hali beni çileden çıkardı. Bu, ne Viladimire benziyor, ne de benim şimdiye kadar gördü­ğüm diğer insanlara. Bunda başka bir füsun, başka bir cazibe, başka bir mana var.!"

"- Nereden geliyorsunuz!." dedim, cevap alamadım.

"- Nereye gidiyorsunuz? dedim. Öğrenemedim. Ne İpek saçlarım, ne hareli yeşil gözlerim, ne de herkesin aklını ba­şından alan güzelliğim bu delikanlının ruhunda en ufak bir ihtizaz yapmadı.!. Aklıma tuhaf bir fikir geldi, eğer birgün kadınlarda asker olup cephelere gidecek olursa bu adam tek başına hepsini esir eder, çıkar.

Aman Yarabbi! Benim bu kadar heyacanım ve aşkıma rağmen buna bu insanların mezarını kazmak vazifesi veril­sin. Bize yurt veren, bizi koynunda barındıran, bizi bağrına basan bu insanlardan ne alıp vereceğimiz var. İşitseydim inanmazdım, gözlerimle gördüm. Kaç tabur, kaç alay köyü­müzden geçti. O, buram buram terleyen, sıcaktan bunalmış insanlar tenezzül edip bizim elimizden bir bardak su içmedi­ler ve istemediler. Sakalarının getirdiği su ile yetindiler.

Sunu unutmayalım; Arap kadınları desti, desti su ve ay­ran ikram ettiler onlara... Sepet sepet portakalları yollarına serdiler ve en garibi, bu savaş meydanlarına giden erlere ce­saret vermek için hep bir ağızdan bağrıştılar:

"Namusumuzu müdafaa edeceksiniz. Biz kadınlarınız ar­kanızdayız. Allah sizinle beraberdir. Düşmana arka çevir­meyiniz. Vatanımızın ve bizim namusumuz sizlere emanet­tir."

Hiç bir teşkilâtın eseri olmayan, kendilinden doğan bu göz yaşartıcı manzara beni öldürdü ben de sinir namına birşey bırakmadı.

Araplarla Türkler'in birbirlerini sevmediklerini ve bizim bundan istifade etmekliğimizi tenbih etmişlerdi. Bu mu sevmemek? Gözlerimle görmeseydim inanmazdım. Arap kadın­larının yollar üzerine serdikleri portakalları kapışan, suya, ayrana saldıran insan görmedim. Çok vekarlı, çok asil bir millet bu....!

Ve ben... Hiç bir şeye akıl erdirmeden, hiç bir alâkası ol­mayan bu zavallı insanların aleyhine çalışayım. Bu, bir insan İçin tasavvur edilecek talihsizliklerin en büyüğü, en fecii, en korkuncu!.. Bizim hahamlarımızın, büyüklerimizin ve ittihatçılarımızın bize söyledikleri sözler, önümüze döktükleri edebiyat ve çektikleri nutuklara rağmen, içimin ta derinlikle­rinden, ruhumun kuytu köşelerinden bir ses duyuyorum:

"- Suzi ! Bu hıyanetinin cezasını çekeceksin!.."

* * *

Babam bende gördüğü değişiklikten ve moral bozuklu­ğundan şüpheye düştü. O; Karakoydaki rutubetli, küflü oda­mızı unuttu, şimdi büyük idealler peşinde koşuyor. Fakat karyolamın ucundaki onun meş'um hayali gözümün önünde olanca canlılığı ile duruyor. Göya Talmut ona böyle bir hak tanıyormuş, Doğru ise, ne fecî şey bu!.. Fakat ben buna inan­mıyorum, böyle şey olamaz.

Dün, öküz arabaları içinde bîr yaralı kafilesi köyümüzden geçip yukarılara doğru gitti. Kudüsteki hastahanelere gidi­yorlarmış. Sanki kolları, bacakları parçalanmış insanlar değil de, düğün alayına giden delikanlılar gibi öyle sakin bir halle­ri vardı ki bunların... Bir yandan onlara acıdım, bir yandan da kendimden iğrendim, nefret ettim. Hakikaten biz böyle kötü, fena, habis ruhlu insanlar mıyız, yoksa insanların taş yüreklilikleri ve bize reva gördükleri zulüm ve hakaret mi bizi bu kötü yollara sürükledi? Gel de işin içinden çık!.. Ha­hamlar ve babam daima şunu bize telkin ettiler:

"İsrail oğullarından olmayan herkes hayvandır. Onlara yapılacak her fenalık mübahdır, borcdur. Bizi ayakta tutan, bize yürüdüğümüz dikenli yollarda cesaret veren, bizi besle­yen kinimizdir. Bu kin zayıfladığı gün güm diye yıkılırız biz. Bu kini içimizde saklayınız, büyütünüz, yaşatınız ve goyimlere karşı bir şefkat ve merhamet hissi beslemeyiniz."

Ama neden? Acaba bizim bu tarzdaki düşüncemiz mi in­sanları aleyhimize çevirdi, yoksa onların bize yaptıkları zu­lüm mü bunu doğurdu? Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıktı gibi bir şey!.. Bu mesele asırlar boyu halledilmemiş, kıyamete kadar da halledilemez.

Mühim olan şu ki, şimdi benim masum omuzlarıma, ba­şımdan büyük mesuliyet yüklenmiş, ben bunu altında ezilir­ken bir de aleyhine çalıştığım insanları tetkik ediyorum, bun­lara ibtidaî dediler, bunlara, barbar dediler. Yemin ederim ki, yalan bunlar! Birlikler köyümüzden geçerken, bu kızgın gü­neş altında şahlanan sinirlerle moralleri zayıflamış zannetti­ğimiz insanlar tunçtan birer heykel gibi, sessiz ve sedasız akıp gidiyorlardı, hiç birinde bir lâubalilik, hiç bir subayında hafif bir hoppalık görmedim. Hele bu yaralılar... Hele bu ya­ralılar. Kırk, elli öküz arabalık bir kafile idi bunlar. Arap ka­dınları yollarını kesmiş, önlerine geçmiş neleri var, neleri yoksa onlara ikram etmişler... Limonata, ayran, su portakal ve saire... Bizim köyümüz böyle bir insanlıkta bulunmadı. Ya bu adamlar buradan bütün bütün çekilir de biz, şu kendini beyenmiş, hodgâm ingilizlerle başbaşa kalırsak, onlar böyle mi hareket ederler, hiç sanmam! Ben bir İngiliz subayının karşısında arz-ı endam edersem böyle mi hareket eder!.. Ka­tiyen!... Avrupalıları gördük. Onlar bize Türkler aleyhinde söylemedik söz bırakmamışlardı. Şimdi alay alay, yığın yığın cephelere giden bu milletin erlerini, kumandanlarını görüyo­ruz. Ne işitmiş isek, bize bunlar aleyhine ne söylenmiş ise hepsi yalan ve bunlar duyduklarımızın tamamen aksine ha­kiki birer centilmendirler...

Körolası talih; beni bu asil milletin mezarını kazmakla va­zifelendirdi. Allah Şahid olsun ki; ben bunu isteyerek yapmı­yorum. Evet, Polonya'da bulunduğumuz sırada, mektepde, sokakta, parklarda bize yapılan hakaretleri hatırlıyorum ve goyimlere karşı içimden kinler taşıyor, kabarıyor. Fakat bu zavallı adamların, önümüzden kuzu, kuzu, sakin, sakin ge­çişlerine, vekâr ve kibarlıklarına bakıyorum da ruhumun de­rinliklerinden bir ses, tokat gibi, kamçı gibi vicdanım üzerinde saklıyor ve bana haykırıyor:

"Suzi! Cinayet işliyorsun. Bu kendi halinde insanlar, va­tanlarının ve namuslarının uğruna bu cehennem gibi sıcak iklimde dönüşüyorlar. Siz onları adım, adım takip edip bü­tün sırlarım düşmanlarına bildirmekle büyük günaha giri­yor, kana giriyor, kötülük ediyorsunuz. Cezasını da mutlaka çekeceksin."

Cezasını öyle mi? Fakat nasıl bir ceza? Korkunç, evet kor­kunç! Bir ahtapot gibi bütün kollarıyle ruhumu sarmış olan bu hayalet daima bana haykırıyor gibi: "Cezanı çekeceksin Suzy..."

Gel de bunu benim ahmak ve haris babama ve câhil ana­ma anlat!.. Onlar da beni kıskıvrak öyle bir mengene içine al­mışlar ki haddin varsa gel de kurtul bu kâbustan!.. Köyün öteki genç kızlarına benimki kadar ağır yük yüklenmedi, bü­yük vazife verilmedi. Demek ki benim bütün bedbahtlığım güzelliğimden geliyor öyle mi? O halde lanet olsun bu güzel­liğe! Ne Viladimir, ne de Halet'in önünde bu güzellik para etmedi, hiyanete yaradı.

* * *

Zomarin'de Sara ablaya, misafir oldum, beraberce Nasıra'ya, Kefer Kenna'ya, Karme'e ve Hayfa'ya gittik, gezdik, dolaştık, biraz içim hafifledi. Çok şeyler gördüm ve istifade ettim.

Zomarîn'e döndüğüm vakit Sara abla bana şunları söyle­di:

"Güzel kız kardeşim..'. Kurtuluş günlerimiz yaklaşıyor. Barbar Türkler'in buralardan ebediyen çekilip gidecekleri gün geliyor. Bütün bu topraklar, bir ülke, bunu ilerisi, gerisi, ötesi ve daha ötesi hep bizim olacak... Bugünün daha çabuk gelmesi için, Türkler'in buradan bir an evvel çekilmesi lâzımdır. Kanalı söktüremediler, orada tutunanındılar, geri geliyorlar. Sizin köyünüz onların geçitleri üzerindedir. On­lar hakkında elde edilecek en ufak malûmatı günü gününe, saati saatine bize haber vermeli, babana yardım etmelisin... Sen israil tarihinin parlak sahifelerine, siyonizmin büyük kahramanı olarak geçeceksin Suzi, göreyim sen."

Bu sözlere bakılırsa; Sara ablanın heyecan ve samimiyeti­ne ve göğüs gerdiği tehliklere de bakılırsa, boş yere çalışmı­yorum ben. Fakat içimteki ifrit beni rahat bırakmıyor ki: Ce­zanı çekeceksin Suzi, cezanı....

* * *

Türk'ün Basarilari ve Hainler

Köyde büyük heyecan var. ingilizler adım adım buralara yaklaşıyor, Türkler'de var kuvvetiyle müdafaaya hazırlanıyorlarmış. Köyümüzün genç, ihtiyar, erkek, kadın bütün in­sanları cephe gerilerinde cirit oynuyorlar, geleni, gideni ve bütün gördüklerini Sara ablaya yetiştiriyorlar. Askerlere ka­ğıt, zarf ve kırtasiye satmak için birliklerin haremine kadar sokulan ırkdaşlarımız öyle malûmat topluyorlar ki... Fakat bu Türkler ne kadar saf insanlar!.. Gözleri ileride düşman gö­zetliyor, halbuki düşman onların koynunda, haberleri yok. Bu dikkatsizliğin sırrını çözdüm ben... Bu millet gayet asil ve civanmert. Dayım; bir Türk masalı söylemişti geçen gün: Bir kahvenin kırk yıllık hakkı olurmuş, Öyleya, bize toprak, bize yurt, bize yuva veren bir millet aleyhine çalışacağımızı böyle adamların havsalası almıyor, onun için bu kadar lâkayd ve ihtiyatsızlar!.. Günah kimin? Artık ötesini kafam çözemiyor.

* * *

Moze topladığı malûmatı Sara ablaya yetiştirdi.

Ramle'den gelen bir bölük ve onun başındaki genç zâlim, merhametsiz, hırçın bir subay "Yafa" şehrini bir günde boşalttı.[10] Bu genç zabitin ırkdaşlarımız hakkında en ufak bir merhamet hissi beslemediği söyleniyor. Dindaşlarımız lâyikiyle eşya ve mallarını almağa, vesaid tedarik etmeğe vakit bulmadan öy­le hoyratça evlerinden atılmışlar ki; Ya, bu herifi bizim başı­mıza da musallat ederlerse o zaman biz ne yapabiliriz? Bunu düşündükçe üzerime yüklenen vazifenin haklı bir vatan va­zifesi olduğuna inanıyorum.

Bundan başka buraların da tahliyesini emrederlerse biz nereye gidebiliriz. Geriler tıklım tıklım ve şehirler halkı aç. Bütün bunlar bizi, Türkler'in bütün bu topraklardan çekilme­si için çalışmağa sevk etmez mi? Bu cihetten şimdi biraz müsterihim.

* * *

Yukarıdan bir sürü asker geliyor. Mozez; İstanbul'dan ve İzmir'den de taze kıtalar geldiğini ve hatta Galicya Cephesi'nde harp etmiş, tecrübeli birliklerin de üst üste yığıldıkla­rını bildiriyor. Bi'resseb'ya da Türkler yığılmışlar ve dün in­giliz tayyareleri orasını şiddetle bombardıman etmiş. Bütün bunlar bize, tehlike içinde olduğumuzu gösteriyor. Fakat ci­varımızdan geçen Türk kıtalarından en ufak kötü bir mua­mele bir hushumet görmedik doğrusu!.. Aksine kibar ve asıl bir millet vesselam!.

. Gazze ve El'ariş arasında iki ordu karşılıklı toplanıyor. Ergeç büyük bir mücadeleye şahid olacağız. Bakalım netice ne olacak. Yafa'yı boşaltan ırkdaşlarımızdan muhtaç ve kimse­siz on kişiyi köyümüze yerleştirdik, diğer otuz kişilik kafile Câuna'ya gittiler. Biz onların istirahatlerini ve ihtiyaçlarını temin ettik yaralarına merhem olduk, teselli buldular. Bunlar için Roçild'in vekili para gönderecek! Onlara ev yapacağız ve arazi satın alacağız. Köyümüz genişliyor, halkı çoğalıyor. Şu var ki; bir türlü huzur ve emniyet içinde değiliz. Babam ve bizim köyün büyükleri, taşkın Siyonistler cezbe halindeler. Türkler buradan çekilecek ve İngilizler buralarını bize terk edecekler diye!.. Peki ama iki mühim nokta bu cezbe ha­lindeki insanların gözünden kaçıyor. bunlardan biri: İngiliz­lerin sözüne inanılır mı? Ülkesinde Güneşin batmamasiyle iftihar eden bu millet burasını ele geçirirse kolay kolay bize terk eder, buyurun güle güle oturunuz der mi? Ama biz on­lara bütün varlığımızla kavim, kabile yardım ediyoruz. Er­keklerimiz masum, mert ve erkek Türk ordusunun gerilerin­de, her türlü tehlikeleri göze alarak onlara sıcağı sıcağına ha­ber yetiştiriyor. En hurda malûmatı topluyor, onlara takdim ediyoruz. Türkler bunu bir sezecek olurlarsa en ufak ceza: Ölüm! Kız olarak ben, bütün güzelliğimi, aşkımı, istikbalimi, herşeyimi davaya adadım. Bütün tabii haklarımı büyük David saltanatı hülyasına feda ettim. Acaba netice yine üç bin yıldır elde edilen neticenin aynı mı olacak? Kim bilir, kendi­mi bir sete kaptırmış, gidiyorum, öyle bir gidiş kî belki bu­nun dönüşü olmayacak...

* * *

Lübnan'daki fırka ile Suriye'de toplanan bütün ihtiyat kuvvetleri ve İstanbul'dan gelen tekmil İmdat kuvvetleri Gazze'ye doğru ilerliyor. Bizim erkeklerimizde çeşitli şekil­lerde, tıbkı dost gibi, zararsız bir unsur gibi peşlerinde!.. Ne saf millet!.. Bizden bir şey ummuyorlar.

Dün akşam taze ve henüz harbe girmemiş bir alay köyü­müzden geçti. Subayları bir kaç dakika kahveye uğrayıp bi­rer fincan kahve içtiler. Alayın kumandam, Hürkül gibi bir binbaşı, ne adını, ne de numarasını Öğrenemedik. Sadece ku­mandanının İzmirli olduğunu öğrendik. Sara Abla bizden haber bekliyor, görebildiklerimizi, duyabildiklerimizi saati saatine yetiştiriyoruz.

Top sesleri, acı acı kulaklarımıza geliyor. Uzaklardan ak­seden bu sesierin dehşetini ve o toplara hedef olan insanların halini düşündükçe iliklerime kadar titriyor, ürperiyorum. Bu yetmiyormuş gibi bizim de, bu memleketin sahipleri aleyhi­ne sarfettiğimiz gayretler vicdanımı eziyor ruhumu öldürü­yor ve beni öyle müthiş bir mânevi işkenceye sokuyorki... Bir ey diyemem, asırlarca dindaşlarımız sürgünden, sürgüne; firardan, firara; esaretten, esarete; duçar oldular, yollarından dönmediler. Bu kadar ısrar ve mücadelenin elbette bir mana­sı vardı.

Gazze ile El'ariş arasında müthiş bir muharebenin başla­dığı haber alınıyor. Gazzede Alman, Avusturya ve Macaris­tan topçuları da varmış. Devamlı gök gürültüleri içinde yaşı­yoruz, asabım bozuldu. İngiliz Ordusunun en az iki misli kuvvetli, silâh ve cephanece çok üstün olduğu söyleniyor. Bütün bunlara, şu gördüğümüz kuzu gibi sakin insanlar kar­şı koyacak, hayret!

Geçen gece Elza anlatıyordu: Şu gördüğünüz sakin ve va­kur insanlar yok mu, işte bunlar Asya'nın göbeğinden bir sıç­rayışta, Viyana önlerinde soluk alan, denizler aşan, italya'ya kadar uzanan, Afrika'yı baştan başa feth eden ve bayrakları­nı yer yüzünün üç kıtasında dalgalandıran bir millettir. Sükûneti asaletinden ve müsamahakârlığı azametinden do­ğuyor. Fakat bu sakin milletin gayzı ve nefreti de o derecede müthiştir, ihtiyatlı olalım...

İçime müthiş korkular çöküyor, geceleri uyuyamıyorum, gündüzleri bir yerde duramıyorum. Sara Abla mütemadiyen bize cesaret mesajları gönderiyor. Aron'dan hergün haberler geliyor. Bütün İsrail oğulları hazır ve ayakta!.. Allah sonunu hayır eyleye...

* * *

Büyük muharebe patladı. Bizimkiler, Türkler'in bu mithiş kuvvet karşısında çekilmeğe mecbur olacaklarım söylüyor­lar. Arap köylüleri aksini... Civardaki köylerin Arap kadınları toplanarak zafer neşideleri okuyor ve ellerinde ne varsa cephe gerilerindeki hastahenelere taşıyorlar. Meyveler, yo­ğurtlar, desti desti su, yün yataklar, yorganlar, herşeyi, herşeyi...

* * *

Harbi Türkler kazandı. Bu bir meydan muharebesi idi. in­gilizlerin o korkunç topları, o mükemmel ordusu, dev gibi atlara binmiş süvarileri, er meydanında Türkün sırtını yere getiremedi ve yüzgeri dönüp gitti. Bizde donup kaldık. Şu koca ingiliz ordusunu paçavra gibi geri atan, mağlup eden işte o sessiz, sakin, terbiyeli, kuzu gibi adamlar. İnsanları an­lamak ne müşkül!..

Köyümüzün ilerisinde seyyar bir harb hastanesi kuruldu, bütün köylüler yatak ve yorgan yardımı yaptıkları halde biz­den bir çöp bile veren olmadı. Şuna dikkat ettim ki, onlarda bizden bir şey istemedi. Demek ki tenezzül etmediler, bize inanmadılar. Başkumandan Cemal Paşa'nm gayet gaddar ve merhametsiz ve üstelik de yahudilerin düşmanı olduğu söy­leniyor. O, Yafa'nın boşaltılması ve Taberiye'deki yahudilere yapılan muamele hiç te hoş bir alâmet değil.. Şimdi bir de ingilizlerin bütün bütün mağlûp olup buralardan çekildikle­rini bir düşününüz, o zaman bu adamlardan biri haydi defo­lun deyip de bizi palas pandıras buralardan sürerse o zaman vay halimize!.. O zaman Polonya'daki rutubetli ev, küflü dükkhan, sefil hayat da bizim için bir hayal olur.

Gelen haberlerden Türkler'in zaferlerinin kat'î ve muaz­zam olduğunu öğreniyoruz. Ama köyümüzden geçen yaralı kafileler ve onların başındaki kumandanlarda hiç de zafer gururu gözükmüyor. Yine eski sakin ve vakur halleri devam ediyor.

Mozez diyor ki:

"— Siz birinci savaşa bakmayınız bu; İngilizlerin Türkleri bir yoklaması idi. Noksanlarım bir tamamlasınlar da görü­nüz, bir hamlede Kudüs ve ondan sonra soluğu Şam'da alır­lar. Belki de İngilizler harbi mahsus kaybettiler, bu da bir plân olabilir, bizim askerlik işine aklımız ermez, vazifeleri­mizi yapmağa devam edelim."

Artık baharla yaz arasında bir mevsim yaşıyoruz. Mayıs'da bizim görmediğimiz alışımadığımız bir yaz, bir sıcak mevsim. Ekinler oldu, biçiyorlar. Meyveler, bademler, üzüm­ler kemale geliyor. Fakat bütün bu nimetlerin zevkini süre­cek huzurdan mahrumuz. Bir yanda top gürültüleri, bir yan­da binlerce yaralının geçit resmi ve görmediğimiz binlerce insanın ölümü ve kulaklarımız tıkadığımız ahu figanlar ve bizim bunlarakarşı lâkaydımız hissizliğimiz ve nankörlüğü­müz.

Belki bir gün gelecek bu yazıları okuyanlar diyecekler ki: Bir insan hakikatleri bu kadar berrak bir şekilde görür, aley­hinde çalıştığı milletin alicenablığını ve mertliğini gözleriyle bizzat müşahade eder de, nasıl olur da tabiatın ve vicdanının ters istikametinde yürümeğe devam eder? Bu istifhamı ben çözemedim, benden sonrakiler de çözemeyecek, geriye kalan sadece şu cümle:

Büyük ve uçsuz bucaksız İsrail devletî: Hududları Nil'den Fırat'a kadar uzanan muhteşem imparatorluğu­muz!...[11]

Kimbilir, belki...

* * *

İki gündür ortalık yeniden sarsıldı. 1917 Mayıs ayına böy­le sarsıla, sarsık geldik. Top sesleri şiddetlendi yeni bir harb başladı. Öylesine şiddetli, öylesine şiddetli, öylesine müthiş bir harb ki!.. Şiddetini buralardan duyuyor, dehşetini buralardan hissediyoruz. Kıyasıya bir doğuş. Köyümüzden ve ci­vardan geçen yardımcı askerlerin gidişatına, çatılmış kaşları­na, insanda hayret uyandıran soğuk kanlılıklarına bakıyo­rum da bunu tıpkı büyük fırtınalara takaddüm eden sessizli­ğe benzetiyorum. Top sesleri bütün hıncıyla, bütün gürültü­sü ile tepemizden patlıyor gibi... Bunun karşısında insanlar nasıl dayanıyorlar, zor şey doğrusu. İşin fenası bizim işledi­ğimiz çifte cinayetler değil mi?

Gelen haberler karışık, kimisi Türkler'in, kimisi de İngilizler'in harbi kazandığını söylüyor. Anlaşılan henüz kat'î bir netice alınmamış.

Fakat gece yarısı köye gelen Kempinski acı bir haber ge­tirdi. Türkler kafi bir zafer daha kazanmış ve ingilizleri boz­guna uğratmışlar!.. Arap köylüleri de böyle söylüyorlar, top seslerinin azaldığı ve Türklerin yerinde kaldıklarına göre bu haber doğru... Ne karanlık bir hayat, ne karanlık!...

Mozez bir vecize daha yumurtladı: Son gülen tam gülermiş... Ya son ağlayan, bundan hiç bahsetmedi, galiba son ağ­layış bir ölüm feryadı, bir matem ağlayışı olacak!.. Ama ki­min?!... O daha belli değil...

* * *

Türkler üst üste iki büyük meydan muharebesi kazandılar.Avrupalı müttefikleri diğer cephelerde böyle zaferler ka­zanırlarsa ve büyük İngiltere ile müttefikleri harbi kaybeder­se o zaman binlerce yıl süren intizarlar, ümitlere, hayallere, hülyalara ebediyen veda etmiş olacağız. Ne korkunç bir vazi­yet!..

Ortalık sıcaktan cayır cayır yanıyor. Bu gece bir İngiliz si­hirli silahı bütün Gazze ovasını korkunç bir dehşete boğdu. Kurşun işlemez, dere, tepe dinlemez bir motor. Türk siperle­rini çiğneyecek ortalığa korku saça çakmış...[12] Türkler bunun karşısında acze düşecek korkudan teslim olacak zannediyor­duk. Bir de ne işitelim: Bu korkunç motor, tam bir Türk sipe­rinin üzerine geldiği zaman, Türk topçusunun bir tek mermi­siyle param parça edilmez mi? Hayret... Gecelerin zifiri ka­ranlığında, göz gözü görmezken bu Türk topçusunun bu muvaffakiyeti ne ile izah edilebilir. Şimdi bu aleti ellerine ge­çiren Türkler muhakkak ki; onun sırrrını çözecek ve benzeri­ni mutlaka yapacaklar, buda ayrı bir facia!..

Bu facialarla, hayallerle, kanla, ümitle, dikenle dolu yol­larda, bu mânevi bataklıklarda biz daha ne zamana kadar yürüyeceğiz. Yoksa bu yol bizi cehenneme mi, yahud uçsuz, bucaksız uçrumlara mı götürecek. Hiç birşey bilmiyorum, hiç birşey...

Bugün yeni ve hepsinden müthiş bir kara haber!.. Sara Ablayı Türkler yakalamışlar. Şu, hiç bir şeyden habersiz gibi görünen, sakin yüzlerinde ve masum simalarınada hangi ma­naların gizli olduğunu bilinmeyen Türkler!.. Moze diyor ki: Sara Ablayı öyle döğmüşler, öyle işkenceler yapmışlar ki ka­dının bunlara nasıl tahammül ettiğine şaşmamak mümkün değil! Türkler zavallıyı çini çıplak ederek vücûdunu kamçı darbeleriyle delik deşik etmişler ve sonunda zavallı tabancasiyle intihar ederek bu işkenceden kendisini kurtarmıştır.[13]

Zamarin'de aziz ırkdaşlanmız Josef Tobin ile Naman Bolkent de yakayı ele vermişler, akıbetleri kötü. Safed'de bir çok ırkdaşımız yakalanarak ordu karargâhına sevk edil­mişler. Demek ki, uyur gezer gibi zannettiğimiz bu insanlar hiç de o kadar lâkayd ve uykuda insanlar değilmişler!..

Bu haberleri aldıktan ve manasız konferansları dinledik­ten sonra kendi halimi bir düşünüyorum ve iliklerime kadar titriyorum. Korkuyorum. İşlediğimiz cinayetler meydanda, birgün bizi el ense ederlerse kendimi nasıl müdafaa edebili­rim. Hangi meşru sebep, hangi mâkul mukadderat beni Sara Abla'nın âkibetinden kurtarır. Siyonizm ve büyük İsrail ve David saltanatı heyhat! Heyhat!

Bu uğurda binlerce senedir, kaç bin kurban verdik, kaç bin felâkete katlandık. Asırlar boyu iklimden iklime diyar­dan diyara sürüldük, itildik, kakıldık. İnsanların nefret ve kinlerini üzerimize topladık. Firarlar, sürgünler, pogramlar bizim günlük hayatımız oldu. Hiç birşey bizi yolumuzdan alıkoymadı. Hiç bir ders bize kâr etmedi. Musibetler, facialar, felâketler, hakaretler bizi adam etmedi. İçime fena hisler doluyor. Anamın ve hele babamın tazyiki, hahamların telkini, talmut... Bütün bunlar irademi öldürdü. Bir saman çöpü gibi kendimi akıntıya kaptırmış gidiyorum. Viladimir'in aşkı öldü. Halet yüzüme bile bakmadı.

Adnan kibar, asil ve zarif çocuk!.. O kadar da saf ve te­miz. Ben onu bütün kalbimle seviyorum o da beni seviyor. Şu mutaassıp, kaba, ruhsuz insanlar olmasa ben bu çocukla evlenir ve Dünya'mn en mes'ud insanı olabilirdim.

Öyle korkunç ve kirli bir aşk içindeyim ki; ruhumla his­sim birbirine zıd hisler ve hareketler halinde... Bir insan bü­tün kalbiyle sevdiği, güzel, yakışıklı, asil bir gencin ve onun mensup olduğu cemiyetin canına kasdeder mi?

Şuna inanıyorum ki; Adnan bu saf güzel delikanlı beni sa­mimiyetle seviyor. O, hiç ötekilere benzemiyor. Mahcup ve görgülü bir insan!.. Onun uzun parmaklı beaz, yumuşak elle­ri vücudumda dolaşırken bir yandan içim titriyor bir yandan da cehennem zebanisi gibi arkamda, kapkara, kop korkunç birer heyulanın bulunduğunu düşünüyor, bu defa da korku­dan titriyorum. Hakikatte ve görünüşte iki yüzlü bir oyun oynamaktayım. İçime sorsalar ve onu okuyabilseler orada saf ve masum bir aşk görülür. Bu tezatlardan ben değil be­nim kötü talihim ve o nisbette kötü ruhlu olan babam ve anam mes'uldürler. Beni onlar bu uçuruma sürüklüyorlar. Ne aşkım, ne güzelliğim, ne gençliğim bu kayışa firen olamı­yor ve ben hangi korkunç akibete yuvarlandığımı tam manasiyle hissediyorum. Bu bir hiss-i kablelvuku!.. Ve içimdeki o korkunç ses haykırıyor:

“- Suzy! Cezanı çekeceksin! Aşklarınla, hiyanetlerinle birlikte gömüleceksin!..”

* * *

Evet aziz okuyucu, bu genç yahudi casusu, bu güzel kız, henüz tazeliğinin sihrini muhafaza eden dolgun göğsüne do­kuz kurşun yedi ve ve bu facia perdesi Öyle kapandı...

Dipnotlarlar

[1] Merhum Cevat Rıfat Atilhan bu savaşın içinde casusluk ve iha­netlere de bizzat şahit olmuştu. Birçok yahudi casusunun, bu arada Suzy Liberman'ın da yakalanmasını sağlamış ve onun kur­şuna dikilmesine yetecek delilleri de bulmuştu. Suzy Liberman'a ait bildiklerini aktardığı bu kitaba merhum Cevat Rıfat daha son­ra onun yakalanışı sırasında ele geçirdiği hatıratını da ilâve et­miştir. Yahudiyi daha iyi tanımak için okuyuculara bir ibret ve­sikası olarak sunmuştur.

[2] Cimnazyorn: Lise

[3] Goyim: Yahudilerden gayri bütün insanlar.

[4] Bu isim; Talmut'taki Hodorâ'dan müştaktır. Farisiler için mukad­des ve mevhum bir topraktır. Araplar bu ismi Hudeyra'ya çevir­mişlerdir.

[5] Birinci Dünya Harbi'ni kasdediyor, Şayarv-ı hayrettir ki; Yahudi bu kıyametin kopacağım çok evvelden tahmin etmiş, çünkü bu­nu o hazırlamıştır.

[6] Şimdi, şimdi anlıyoruz ki, Yahudiler müstakbel saltanatlarının merkezini daha o zaman tayin etmişler. Biz birsey görmemiş ve işitmemişiz. Görse idik, işitse idik ne olacaktı sanki!.. Olanları gördüklerimizi olduğu gibi kırk yıldır yazıyoruz, yazdıklarımızı zaman ve hâdiseler tasdik ve teyit ediyor, sözlerimiz ve yazıları­mız bir kehânet gibi tahakkuk ediyor da ne oluyor? Düşmanları­mız hergün aran bir şiddetle, hergün şiddetini arttıran bir hızla ilerliyor, bir tek adım duraklatabiliyormuyuz. Heyhat!

[7] Birinci Dünya Harbi'ni kasdediyor

[8] Birinci Dünya savaşının kopmasına iki ay var. Fakat bundan kimsenin haberi yok. Hele neticesinden ve gayesinden...

[9] Hecin süvari demek istiyor.

[10] Bu vazife Allah tarafından bana verilmişti. Kimsenin malına, canına, ırzına dokunmadan, kimseden beş para almaya tenezzül et­meden şehri, aldığım emir mucibince bir günde tahliye ettirdim. Yahudi kızının hezayanlan beni hedef tutuyor. Halbuki ordu ku­mandanı ve Bahriye Nazın Cemal Paşa, şehrin en geç yirmi dört saat içinde boşaltılmasını emretmiş. Bir bölük kumandanı buna ne yapabilir?

[11] Nilden-Fırat'a?

[12] Tanktan bahsediyor

[13] Dayak ve işkence katiyyen yalan ve yahudi uydurmasıdır. Kor­kunç casus kadın Şahab Vadisine kendisini atmak suretiyle inti­har etmiştir.

"Türk gücünün hissedildiği heryerde barış ve huzur vardır. Türk'ün boyun eğdirildiği bir Dünya'da insanlık yerlerde sürünüyor demektir."(Torlakon öğretisi)


  Editör :  TORLAKON

7907 Kişi Tarafından Okundu.

Yazdır Yorum Ekle Tavsiye
 
1 2 3 4 5   Bu Habere Toplam 155 Puan Verildi
 Kaynak :  TÜRK FİLOZOF TORLAKON

 Kategori ¬ TORLAKONDAN

  Yorum ( 2 )   

 Özkan BOSTANCI

Tarih : 18.01.2009 18:28:31  

  GAZZELİ ÇOCUKLARI AVLAMACA 2

Kayıtlı İp:


Sözde piknik yapmak amacıyla arabalarına doluşmuş İsrailliler, havaların açık olmasından yararlanarak saatlerce Gazze üzerine düşen ateş yağmurunu, bombaları, topcu ateşini izliyorlar ve bu durumu çocuklarına da izletip kendi çocuklarınıda ruhiyatlarını bozuyor, beyinlerini yıkıyorlar, bu vahşeti izleyen çocuklar doğal olarak bu vahşeti, katliamı normal bir durum olarak algılıyorlar ve evlerinde, bilgisayarlarında ve sokaklarda Tavşan kaç, Tazı tut değil GAZZELİ ÇOCUKLARI AVLAMACA oynuyorlar.
 Özkan BOSTANCI

Tarih : 18.01.2009 18:27:07  

  GAZZELİ ÇOCUKLARI AVLAMACA

Kayıtlı İp:


Çocuklarını da alan İsrailliler, Gazze sınırına yakın Sderot kentinin kenarındaki bir tepecikte, hem piknik yapıyorlar, hem yanlarında getirdikleri dürbünlerle katliamın çoluk çocuk izliyorlar.
  Sayfalar : İlk Sayfa - [1] - Son Sayfa

 Bu Kateoriye Ait Diğer Başlıklar

 
 
 

 Duyuru
  DEĞERLİ CANLAR MERHABA Torlakon ocağı, Türk Milletinin ve insanlığın bekâsı için tütmektedir. Nefesi olmak istiyorum, kâlbi vatan için atanın; sesi olmak istiyorum, toprakta kefensiz yatanın(TORLAKON)  

 
Henüz Haberlere Puan Verilmemiş..
 
Bugün için Haber Eklenmedi.
Bu Hafta içinde Haber Eklenmedi.
Bu Ay içinde Haber Eklenmedi.
 
 Takvim
 
 Ziyaretçi İstatistikleri
   
 Online : 1
 Bugün : 26
 Dün : 277
 Toplam : 1080663
 Ip No : 18.119.126.80
     
 
 Vatan Size Minnettar
 

 
 Son Haberler

Son 30 Gün içinde Haber Eklenmedi
 
 Popüler Haberler

Son 30 Gün içinde Haber Eklenmedi.
 
 Döviz Bilgileri

  Döviz Alış Satış
  Dolar 32.5096 32.5682
  Euro 20.9931 21.1321
 
 Hava Durumu



 
 Reklam



 

 



 
 

   © Copyright - 2008- TÜRK FİLOZOF TORLAKON - Tüm Hakları Saklıdır. 

TÜRK FİLOZOF TORLAKON

 Çilem.Net altyapısını kullanmaktadır.